Uzmanların hesaplarına göre, İran'ın nükleer silaha sahip olması aslında daha 10 yıl kadar alır. Ancak, uranyumu zenginleştirmiş olması, ki bazıları bunun da doğru olmadığını belirtiyorlar, Tahran'ı "meydan okuma" konumuna sokmaya yetti. Bu arada, Suudi Arabistan'ın da "nükleer aileye katılmak isteyebileceği" spekülasyonu şimdiden başladı. 20 milyonluk nüfusunun yüzde 15'inin Şii olduğunu kabul etmek dahi istemeyen Suudilerin neden endişelendikleri ortada. Nitekim, Irak'ta büyüyen Sünni-Şii çatışması bu ülkede boşuna "pür dikkat" izlenmiyor. Nükleer silah aslında bir diplomatik araçtır. Bu silahı elde edenler kendilerini uluslararası arenada güçlü hissederler. Nitekim, uranyumu zenginleştirebilmiş olmanın sarhoşluğu içinde yüzen İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecad, daha şimdiden, "Artık diğer ülkelerle nükleer bir ülke olarak konuşuyoruz" diyor. Ankara'nın da kaygısı buradan kaynaklanıyor. İran'ın nükleer güç olma sevdasının, bölgeyi daha da tehlikeli bir yer yapacağından endişeleniliyor. Bunu hem askeri hem de sivil yetkililerimiz açıkça söylüyorlar. Özetle, Ortadoğu'da bir nükleer silah yarışı Ankara'nın işine hiç gelmez. Zira bu olasılığın, Türkiye'yi, gitmek istemediği yerlere ve
Ukrayna Savunma Bakanı: Gritsenko, ABD'nin Karadeniz'de güç bulundurmasının da "normal" olacağını belirterek, Montreux Anlaşması'ndan doğan sorunların demokratik ülkelerce çözülebileceğine inanıyor. Savunma Bakanı Vecdi Gönül'ün konuğu olarak Ankara'da bulunan Gritsenko Milliyet'in sorularını yanıtladı. Soru: Türkiye ile Ukrayna arasındaki savunma işbirliğini nasıl tanımlıyorsunuz? Gritsenko: Askeri alanda çok iyi ilişkilerimiz var. Ortak tatbikatlarımız oluyor. Türkiye NATO üyeliğimiz için destek veriyor. Subaylarımız Türk okullarında eğitim görüyorlar. Türk subaylarının genelkurmay başkanlığımızda danışman olarak bulunmalarını görüşüyoruz. Karadeniz'de istikrar için işbirliği yapıyoruz. "Turuncu Devrim"in "çocuklarından" Ukrayna'nın genç Savunma Bakanı Anatoliy Gritsenko, NATO üyeliğini demokrasilerinin garantisi olarak gördüklerini söylüyor. Bu nedenle Türkiye'den üyelik için gelen destekten memnun olduklarını belirtiyor. Rusya'daki "statükoculara" çatan Gritsenko, Ukrayna'da NATO'ya karşı olanların ittifakın neyi temsil ettiğini bilmediklerini de söylüyor. Soru: Ülkenizde NATO üyeliğini istemeyenlerin sayısı az değil. Bu üyelik sizin için neden önemli?Gritsenko: Doğrudur.
Erdoğan'ın, "DTP'yi kastettim" demesine rağmen, PKK'yı kastetmiş gibi algılanan "Silahı bırak, masaya gel" çağrısı ise, Türkiye'yi gererek, bu türbülansı daha da artıracağa benziyor. Zira, bu yaklaşımın Türkiye'de kabul görmesi mümkün görünmüyor. Süleyman Demirel'in "realite"sini tanıdığı, Başbakan Erdoğan'ın ise "sorun" olduğunu kabul ettiği -fakat ikisinin de çözüm üretemedikleri- "Kürt meselesi"nin Batı ile ilişkilerimizde tekrar ciddi türbülans yaratacağına dair işaretler artıyor. Oysa Batı bu yaklaşımı "makul" sayıyor. Tabii, PKK'nın, IRA veya ETA gibi "Silahlara veda" demesi koşuluyla. Özetle karşımızda, Başbakan Blair'in, "Barışı sağlayacaksa, silahını bırakması şartıyla, şeytanla bile görüşürüm" veya İspanya Başbakanı Zapatero'nun, süresiz ateşkes ilan ettiğini açıklayan ETA ile -üstelik meclis onayıyla görüşmeyi kabul ettiği bir Avrupa var. Bu yaklaşım "Kürt meselesi"nin terör platformundan siyaset platformuna taşınması anlamına geliyor. Türkiye'de de zaten bu yüzden, "Terörü siyasallaştırmaya çalışıyorlar" argümanı giderek güçleniyor. Bu bile, PKK silahı bıraksa dahi, herhangi bir Kürt partisiyle masaya oturma ihtimalinin sıfıra yakın olduğunu gösteriyor. Batı 'makul'
Finansbank'ın Yunanistan Ulusal Bankası (NBG) ile "evliliğini" bu kapsamda değerlendirmek gerekir. Karşılıklı güven olmasaydı NBG'nin Türkiye'ye 2.3 milyar euro enjekte etmesi düşünülemezdi. Finansbank da, doğal olarak, böyle bir izdivacı göze alamazdı. Demek ki, ortak bir paydada birleştiler. İnsan ilişkilerinde de durum pek farklı değil. Daha düne kadar hasım gördüğünüz birisiyle önemli bir ortaklığa giriyorsanız, bu bir şeylerin köklü bir şekilde değiştiğini gösterir. Ortaya konan para göz kamaştırıcıysa, bu da değişen yeni durumun odağında artan karşılıklı güvenin yattığını gösterir. Oysa bundan sadece 15 yıl öncesine kadar iki ülkenin birbirine bakışını hatırlayalım. Türk tarafında "Domuzdan post, Yunandan dost olmaz", Yunan tarafındaysa "Kalos Turkos, nekros Turkos" (En iyi Türk, ölü Türktür) yaklaşımı geçerliydi. Her iki ülkede aslında suçlananı değil, suçlayanı küçük düşüren bu algılamayı sürdürmek isteyen çağdışı kafalar elbette ki hâlâ mevcut. Ama gün onların günü değil. Geçerli algılama hâlâ böyle olsaydı ne Finansbank'ın sahibi Hüsnü Özyeğin, ne de NBG'nin "Ceo"su Takis Arapoglou riske girebilirlerdi. Büyük yatırımcıların en ihtiyatlı kişiler arasında yer
Konu güncelliğini korumaya devam ediyor. Nitekim, "duayenimiz" Sami Kohen de dünkü yazısında "Dış politikada sapma mı var?" sorusunu sorma ihtiyacını duymuş. Dış politikada bir "yenilik arayışı"nın söz konusu olmadığını belirten Davutoğlu'nun söylediklerinden şöyle bir görüntü çıkıyor ortaya:Türkiye bugün NATO, Avrupa Konseyi ve OECD gibi uluslararası kuruluşların aktif üyesidir. Bu arada, 2010 yılına dönük olarak BM Güvenlik Konseyi üyeliği için bastırıyor ve büyük olasılıkla da bu geçici üyeliği alacak. Son yazım üzerine Başbakan Erdoğan'ın dış politika başdanışmanlarından Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu aradı. Yazımda, Erdoğan'ın Hartum'daki Arap Birliği zirvesine "onur konuğu" olarak katılmasına atıfla, "AB'den soğuyan hükümet dış politikada yeni arayışa mı girdi?" sorusunu sormuştum. Türkiye aynı zamanda, "Gelişen Ülkeler Grubu" D-20'nin üyesi ve "Gelişmiş Ülkeler Grubu" G-8'in gözlemci üyesidir. Bölgesel düzlemdeyse, Ortadoğu, Orta Asya, Güneydoğu Asya ve Kafkas ülkelerinden oluşan Ekonomik İşbirliği Örgütü ECO'nun kilit üyesidir. Bu arada, "Afrika Devletler Örgütü" OAS'ye gözlemci olarak giren Türkiye, eski üyesi olduğu İslam Konferansı Örgütü'nün (İKÖ) Genel Sekreterliği'ni
Erdoğan'ın geçen hafta Hartum'da yapılan Arap Birliği zirvesine katılması aslında Türkiye ile İspanya'nın başlattıkları "Medeniyetler İttifakı" projesinin bir parçası. Nitekim, Başbakan Zapatero da geçen yılki Arap Birliği zirvesinde konuşmuştu. Erdoğan'ın, bu yılki zirvedeki konuşması da zaten bu projeye uygundu. Demokrasinin ve insan haklarının önemine değinen Erdoğan, bunların hem bölgenin kalkınmasına, hem de medeniyetlerin uzlaşmasına yapacağı katkıyı vurguladı. Bir Türk başbakanının Arap Birliği (AB) zirvesine ilk kez katılmasına "İslami eksenli" bir dış politika arayışının habercisi olarak mı, yoksa "medeniyetleri uzlaştırma" çabasının bir uzantısı olarak mı bakmalıyız? Erdoğan'ın sözleri Arap dünyasında hâlâ tartışılıyor. Bunlara olumlu bakanlar tabii ki var. Ancak, gördüğüm kadarıyla, kuşku duyanlar ağırlıkta. Örneğin, Lübnan'da İngilizce olarak yayımlanan Dar Al Hayat gazetesinin yorumcusu Zuheyir Kseybati'ye göre, Erdoğan'ın konuşması, bu zirvenin "en garip gelişmelerinden biriymiş." Sudan'ın, Lübnan ve Suriye gibi, ABD baskılarıyla belli bir yola sokulmak istendiğini belirten Kseybati - kinayeli bir şekilde- "Sanki Türkiye, bazıları hemen zirveden ihraç edilmeye
Amerikalı ombudsmanla sohbet Ele aldığımız konular, haliyle, günceldi. Başbakan Erdoğan'ın medyaya dönük saldırılarından söz ederek, ABD Savunma Bakanı Rumsfeld'in de benzeri bir yaklaşımla ABD basınını "Irak'taki olayları abartmakla" ve "teröristleri cesaretlendirmekle" suçladığını anımsattım. Amerika'da 30 milyon dinleyicisi olan ve ticari kaygıların esiri olmaksızın "kaliteli" ve "içerikli" yayınlarıyla tanınan NPR (National Public Radio) adlı radyo kanalının ombudsmanı Jefferey Dvorkin'le önceki gün Milliyet'in Ankara bürosunda konuşuyorduk. Mesleğe yıllarını vermiş eski bir gazeteci olan Dvorkin, Başkan Nixon örneğini vererek sözünü hiç bulandırmadı: "Politikacılar için bu çok eski bir gelenektir. İşleri kötü gittiğinde ilk yaptıkları şey medyayı suçlamaktır. Zira, kendileri için en iyi savunma aracı saldırıdır. Yoklamalara bakıp halkın desteğinin azaldığını gören ABD yönetimi açısından şu anda olan da budur. Onun için söylediklerinizde bir sürpriz yok." Medyayı suçlamak Peki Rumsfeld haklı mı? Yani medya sadece kötüyü mü gösteriyor? Dvorkin'in buna da yanıtı şöyle:"Irak'la ilgili iyi haberleri göz ardı etmekle suçlandığımız çok oluyor. Bu belki bir ölçüye kadar doğru
Başta Fransa ve Avusturya olmak üzere bir grup AB üyesi, Türkiye'nin önünü tıkamayı misyon edinmiş bulunuyorlar. Batılı diplomatlardan anladığım kadarıyla, Hollanda ve Danimarka da bunlara dahil. Zaten bu iki ülkenin Türkiye'nin AB üyeliği konusunda samimi olmadıklarını gösteren çok sayıda delil var. Ekonomi ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi Direktörü Sinan Ülgen, Türkiye'nin AB perspektifi için en çok çalışanlardandır. Ülgen'in International Herald Tribune'da dün çıkan yazısı, Türkiye'de yayılan "AB karamsarlığını" iyi yansıtıyor. Ülgen, Avrupa'da bazı ülkelerin Türkiye ile nasıl oyun oynadıklarını ortaya koymuş. Bu durum, kuşkusuz, Türkiye'deki AB karşıtlarının ekmeğine de yağ sürüyor. Ancak, Türkiye'nin üyeliğine, şu veya bu nedenle destek veren üyeler de var. Örneğin, İngiltere, İspanya ve Polonya. Nitekim bu ülkeler, Avusturya'nın, Türkiye'nin yolunu tıkamaya dönük son oyununu şimdilik durdurdular. Avusturya, AB dönem başkanı olarak, Türkiye aleyhtarı ülkelerin desteğini de alarak, "tarama süreçleri" bitmiş olan eğitim ve kültür konularına bu kez alakasız siyasi önkoşullar iliştirmeye çalışıyor. Dediğimiz gibi, Türkiye yanlısı ülkeler tarafından bu engellendi. Ancak,