Sözü edilen 'Siren çağrısı' Yunan mitolojisinden alıntıdır. Eski Yunanlıların kahramanlarından Odysseus, Troya Savaşları'ndan sonra evine dönmek için çile dolu bir deniz yolculuğuna çıkar. Karşılaştığı zorluklardan biri de, dayanılmaz cazibesi olan bir sesle denizcileri kendilerine çağıran 'Siren'lerdir. Bugün kullandığımız Siren kelimesinin kökeni de budur. 'Cyprus Mail' Güney Kıbrıs'ta İngilizce olarak yayımlanan aklı başında bir gazetedir. Geçtiğimiz günlerde bu gazetede 'Kıbrıs, veto için yapılan Siren çağrılarına kulak tıkamalı' başlıklı bir başmakale yayımlandı. 'Kıbrıs' ile elbette ki 'Kıbrıs Cumhuriyeti' kastediliyordu. Yani bizim tanımlamamıza göre 'Kıbrıs Rum Kesimi.' Kimilerine göre bir tür deniz kızı olan Sirenlerin özelliği ise kendilerine çektikleri denizcilerin teknelerini kayalıklara yönlendirmeleridir. Nitekim Ege'de bugün dahi 'Siren Kayalıkları' adlı kayalıklar vardır. Odysseus, Sirenlerin çağrısına dayanabilmek için kendisini teknesinin direğine bağlatır. Böylece Sirenlerin hazırladığı feci akıbetten kurtulur.Cyprus Mail de, Papadopulos'a anlayacağı bir dilden benzeri bir uyarıda bulunuyordu. Rumlar arasındaki popülist ve milliyetçi 'güruh kışkırtıcıları'na
Belki konuya vakıf olmayanları kandırabilirler. Ancak, gençliğinin önemli bölümünü, üstelik IRA terörünün dorukta olduğu bir sırada o ülkede geçirmiş olan; ayrıca dedesi IRA tarafından öldürülen Katolik asıllı İrlandalı eşinden dolayı o ülkeyle yakın akrabalığı süren birisi olarak beni maalesef ikna edemezler. PKK yandaşları gönderdikleri mesajlarda IRA meselesini yanlış anlattığımı, bugün yalnız Kuzey İrlanda'da değil, İrlanda Cumhuriyeti'nde de bu eli kanlı örgüte çok büyük sempati duyulduğunu belirtiyorlar. Onlar öyle sanmaya devam ededursunlar. Belli ki buna inanmaya ihtiyaçları var. Çünkü eli kanlı örgütlerine legal bir zemin arayışı içindeler. İrlanda örneği PKK için bir zemin kaybı temsil ediyorsa, Belçika'nın aldığı son karar da bu zemin kaybının Avrupa sathında süreceğini gösteriyor. Bu yazının yazıldığı sırada tüm ayrıntılarını öğrenememiş olmakla birlikte, Brüksel'in PKK/KONGRA-GEL'e geçit vermeme yolunda önemli bir adım attığı anlaşılıyor. Bu adımı, zamanında topraklarında kurulmasına izin verdiği 'Sürgündeki Kürt Parlamentosu'nun önde gelen şahsiyetlerinden biri vesilesiyle atması ise ayrı bir ironi sayılmalı.Tabii Belçika'dan beklentilerimiz bununla bitmiyor.
Bu kesim, Erdoğan'ın toplumsal barış uğruna yeni bir yol açma çabalarına yardımcı olacağına, yangına körükle gitmeyi tercih ediyor. Demokratik Toplum Hareketi'ne katıldıklarını duyurmak için DEHAP tarafından dün yapılan açıklamadaki şu sözlere bakın:"DEHAP, özellikle Kürt sorununun çözümü, barış ve demokrasinin tesisi, sorunun gündemleşmesi ve tarafların adlandırılması hususunda örgütlülüğü ve gücü oranında elinden geleni yapmış, sistemin kendi Kürt'ünü yaratma gayretlerini açılımlarıyla boşa çıkarmış, Kürtler arası birliğin oluşturulmasında, yok sayılarak görmezden gelinen ciddi bir tecritle iç içe yaşatılan sayın Abdullah Öcalan'ın sorunun çözümünde muhatap olma bakış açısının kabulünde rolünü oynamaya çalışmıştır." Başbakan Erdoğan'ın Kürt sorununun varlığını ortaya koymakla gösterdiği siyasi cesaret ne yazık ki havada kalıyor. Çelme ise milliyetçi kesimden değil, bu sorun çerçevesinde kendilerini ısrarla, "karşı taraf" olarak gösterme çabası içinde olanlardan geliyor. Burada elbette ki Leyla Zana ve arkadaşlarıyla DEHAP'tan söz ediyoruz. Adeta bir "PKK itirafnamesi" olan bu lastikli sözleri infial ile karşılayacak olan Türk kamuoyunu bırakın, burada Avrupa'ya dönük bir meydan
Kürt sorununun "iç cephesinde" tartışmalar devam ederken, "dış cephesinde" çok önemli ve Türkiye'nin kontrolü dışında önemli bir gelişme yaşanıyor. Bu gelişmenin sorunun "iç cephesine" şu veya bu şekilde yansıması kaçınılmaz. Onun için bu gelişmenin adını şimdiden koymakta yarar var. "Kürt realitesi"nin tanınmasının üzerinden yıllar geçtikten sonra, "Kürt sorunu"nun adı da konmuş oldu. Ancak, öyle anlaşılıyor ki, bu sorunla ne yapacağımızı kararlaştırana kadar yine yıllar geçecek. Zira, sorunun "realitesini tanımak" ve bunu "adlandırmak" için "siyasi cesaret" bulunsa da bir sonraki adım için gerekli "siyasi irade" henüz yok. Burada, elbette ki, Iraklı Kürtlerin, Türkiye'den üstelik TBMM'nin onayı ile - 10 yılı aşkın bir süredir sağladıkları korumanın ardından, Irak'ın ABD tarafından işgali ile ortaya çıkan konjonktürü iyi değerlendirerek girdikleri "uluslaşma sürecinden" söz ediyoruz. Daha açık bir şekilde ifade etmek gerekiyorsa, burada sınıraşan bir "Kürt kimliği şahlanışından" bahsediyoruz. Bu "şahlanışın" yaratmakta olduğu "dinamiğin" bölgesel etkileri ise Iran ve Suriye'de daha şimdiden görülüyor. New York Times'da dün çıkan ve Iran'ın Kuzey batısından "Kürdistan"
Başta Fransız Cumhurbaşkanı Jacques Chirac olmak üzere, önde gelen Fransız siyasetçilerin hepsi bir yıldır bu sözleri tekrarlayıp durdular. Ancak, öyle anlaşılıyor ki, Fransız halkı bu yaklaşımı amiyane ifadeyle - "yemedi." Sokaktaki Fransız bal gibi biliyor ki, müzakere ve uyum sürecini başarıyla tamamlamış bir Türkiye'yi AB dışında tutmak mümkün olmayacak. Zira, o gün geldiğinde, çok büyük ekonomik ve siyasi çıkarlar devreye girecek ve verilen "referandum" sözü bir şekilde unutulacak. "Müzakere sürecini başarıyla tamamlasa bile Türkiye'nin AB üyesi olup olmayacağına Fransız halkı bir referandumla karar verecek." Peki, nedir Fransızların derdi? Bunun yanıtı basit. İster sade adam olsun, ister elit sınıfa mensup olsun, günümüz Fransız'ı, nüfusunun büyük bölümü Müslüman olan bir ülkenin, bir gün, üstelik Fransa ile eşit haklarla donatılmış olarak, Avrupa üzerinde söz sahibi olabileceğini kabul etmek istemiyor. Cumhurbaşkanı namzeti Nicholas Sarkozy'nin, ileride kendisine sık sık hatırlatmak isteyeceğimiz, "Türkler Avrupalı olsalardı bunu bilirdik" sözlerinin çıkış noktası da zaten bu. Fransızların korkulu rüyası bununla da bitmiyor. Türkiye'nin AB süreci sayesinde ekonomik açıdan
- PKK artık ne halka saldırıyor, ne köy, mezra basıyor, ne de kaçırdıklarını öldürüyor. Demek ki, bölgede kendisine yeteri kadar halk desteği var... Cumhurbaşkanı, başbakan ve bakanlar, öteki bölgelere gidiyorlarsa, buralara da gitmeleri lazım. Her şeyden önce, bölge insanıyla sosyal ve kültürel kaynaşma içinde olmamız şart. Onların köyünde, mezrasında, onların türkülerini söyleyip birlikte halay çekeceksiniz. Ve o gece, onlarla birlikte kalacaksınız, onlarla birlikte uyanacaksınız. Eğer içten değilseniz, bunları şov için yapıyorsanız o halk sizi hemen anlar. 'Entelektüalizm'in fazla geçer akçe olmadığı Türkiye'deki "statükocular" tarafından pek sevilmeyen "aydınlar," PKK terörü ve Güneydoğu sorunu ekseninde gündemin odağına oturduklarına göre, bir aydınımızın aşağıdaki önemli görüşlerinin altını çizmekte yarar var: - Diyelim ki, ABD'yi, Avrupa'yı karşımıza alıp Kuzey Irak'a girdik. PKK, Amerika'yla müşterek bir harekât yapacağımız sürprizini beklediği için, oralarda kimseyi bulamazsınız.- Ele silah alınıp şiddet uygulanmadığı sürece; herkes fikir ve düşünce bazında yazdıkları, çizdikleriyle özgür olmalı. İsteyen istediği fikri söyler, istediğini okur. Düşünce ve fikir bazındaki
1 Ağustos tarihi ve "Muhalefet bazı şeyleri ne çabuk unutmuş!" başlıklı yazıma SHP Genel Başkanı, sevgili ağabeyim ve dostum, Murat Karayalçın'dan bir açıklama geldi. Yazımın ana teması, Çiller hükümetinin, Gümrük Birliği'ni kotarabilmek için, AB'nin Kıbrıs Rum Kesimi'yle üyelik müzakereleri başlatma kararına yeterince tepki göstermemesiyle ilgiliydi. Dönemin Dışişleri Bakanı olan Sayın Karayalçın'ın bu konudaki açıklaması şöyle: Gümrük Birliği kararının alındığı 6 Mart 1995 tarihli Türkiye AB Ortaklık Konseyi toplantısından önce benimle herhangi bir AB yetkilisinin Kıbrıs konusunda görüşmesi ya da pazarlığı olmamıştır.06.03.1995 tarihli Ortaklık Konseyi toplantısının gündeminde Kıbrıs'la ilgili herhangi bir konu da yer almamıştır. Dolayısıyla Ortaklık Konseyi kararları arasında Kıbrıs'la ilgili herhangi bir madde yoktur. Yine dolayısıyla hükümetin Gümrük Birliği kararı karşılığında GKRY'ye bir taviz vermesi de söz konusu olmamıştır. Tam tersine, AB'nin bizim içinde olmadığımız çeşitli platformlarında yapılan görüşmelerden aldığımız duyumlardan hareketle, 6 Mart 1995 tarihli konuşmamda Kıbrıs konusundaki siyasetimiz en açık ve en kesin biçimde ve o bağlamda ilk kez ortaya
Dışarıdaki bayraktarlığı ise içine girdiği derin ulusal kimlik bunalımı nedeniyle Türkiye'yi günah keçisine dönüştürmüş olan Fransa yapıyor. Türkiye'nin AB üyeliğine içeride ve dışarıda karşı çıkanlar, her zaman olduğu gibi, garip bir ittifak içine girmiş bulunuyorlar. Dışarıdakiler, "Türkiye üye olursa hiçbir şey eskisi gibi olmayacak" derken, içeridekiler de hemen hemen aynısını söylüyorlar. Yani, işin özünde tutuculuk ve değişime direnme var. Her iki tarafta yavaş yavaş "Türkiye'nin Avrupa'dan uzaklaştırılmasının bedeli neyse ödeyelim" şeklinde bir yaklaşım oluşuyor. Daha "gerçekçi" olanlar ise "özel ilişki" formülüyle orta yolu bulmaya çalışıyorlar. 3 Ekim tarihi yaklaştıkça tartışma da giderek hararetleniyor. AB ile müzakerelere başlamamızı istemeyen iç ve dış muhalefet şahlanışa geçmiş durumda. Müzakere olgusunu "Kıbrıs protokolünü imzalamayın" kampanyasıyla gözden çıkarmış olan CHP, bu işin içerideki bayraktarlığını yapıyor. Bu "özel ilişki" meselesinin bugüne kadar sadece dışarıda şekillenen bir yaklaşım olduğuna inanırdık. Ancak bizde de bu yönde düşünenlerin olduğunu son günlerde görüyorum. Henüz açığa çıkmadılarsa bu, "devlet politikası" mertebesine çıkarılmış olan