ANKARA - 3 Ekim'in "sessiz kahramanlarından" İngiltere'nin Ankara Büyükelçisi Peter Westmacott, son derece zorlu ve son dakikaya kadar ne çıkacağı belli olmayan bir süreçten geçildiğini gizlemiyor. Ancak, uykusuz gecelere ve yorgun günlere rağmen başarılı bir sonuca varılmış olmasını mesleki hayatının en haz verici anlarından biri olarak tanımlıyor. Türkiye'nin AB için çok önemli olduğunu ve global düzlemde bazı AB üyelerinden daha önemli bir rol oynadığını söyleyen Westmacott, 3 Ekim ile ilgili sorularımızı yanıtladı: Westmacott: Elbette ki alınan sonuç benim için bu iki günün yüksek noktasıydı. Bu ülkeye ilk kez 20 yıl kadar önce geldim. Ayrıldıktan sonra da geri gelmek istedim ve bunun için fırsat kolladım. Çünkü bu müzakere sürecinin çok önemli olacağını biliyordum. Tabii bu işin İngiltere'nin AB Dönem Başkanlığı'na rastlayacağını o sırada bilemezdim. Ancak alınan sonuç benim için çok heyecan verici. Bu da mesleki olarak bana büyük haz veriyor. Bu zorlu sürecin sizin için en tatmin edici noktası hangisiydi? Telefonlardan uyuyamadım Ne zaman uyumaya çalışsam dakika başına ya telefonum çaldı ya da bir mesaj geldi. Bu özellikle pazar gecesi oldu. Ertesi sabah ise bir yandan
Bu başarının en önemli göstergesi ise, Fransızların adeta matem havasına bürünmüş olmalarıdır. Zira, tüm dünya Türkiye ile AB arasında tam üyelik müzakerelerinin başladığını konuşuyor. Bundan, "dünyayı yeniden şekillendirecek bir gelişme" olarak bahsediyor. Fransızların başından beri yayılmasını istemedikleri algılama da bu. CHP'nin Lüksemburg'daki başarıyı gölgeleme çabalarını sürdüreceği anlaşılıyor. Lüksemburg'dan çıkan sonuç ile ilgili olarak haklı bazı eleştiriler elbette ki yapılabilir. Biz de alınan sonucun ideal olmadığını söylüyoruz. Fakat nesnel düşünerek insaflı olmak da gerekiyor. Bu sonucu bir "mağlubiyet" olarak göstermenin hiçbir adaletli yanı yok. Fransız hükümetinin müzakere sürecini yavaşlatmak için elinden geleni yapacağını şimdiden görür gibiyiz. Fransızların keyfini kaçıran önemli faktörlerden biri de ABD'nin kritik bir anda devreye girip gelişmelere yön vermiş olmasıdır. Bunun kendileri için "sindirilmesi zor" bir durum olduğu aşikâr. Bu arada, Paris-Londra hattı da galiba çok huzurlu olmayacak. Zira Fransızlar, AB'de olmalarından zaten hoşlanmadıkları İngiltere'nin Lüksemburg'da oynadığı belirleyici rolü de affetmeyeceklerdir. Fransa ve onun gibi
Lüksemburg'dan dün nihayet çıkan karar elbette ki ideal karar değil. Türkiye'nin tercihi tabii ki, Kıbrıs'a gönderme yapan kimi maddelerin Müzakere Çerçeve Belgesi'ne girmemesiydi. Ancak, sonuçta 25 ülkeyle müzakere ediyorsunuz. Bunlardan biri de, zamanında yürütülen yanlış politikalar nedeniyle "Kıbrıs Cumhuriyeti" olarak tek başına AB üyesi olmasına olanak sağlanan Kıbrıs Rum Kesimi. Bu arada, Türkiye'yi AB'de görmek istemeyen, ancak bunu açıkça söyleyemeyen bir grup üye ülke de söz konusu. Bunların başını tabii ki Fransa çekiyor. Bu üyeler Türkiye'yi bloke etmesi için perde arkasından Avusturya'yı teşvik ettiler. Yoksa, stratejik ölçekte bu kadar önemsiz olan bir ülke diğer 24 üyeye bu kadar kafa tutamazdı. Başı Fransa çekiyor Belli ki bu üyeler Avusturya'nın Türkiye'yi bir noktada bezdireceğini hesaplıyorlardı. Beklentileri, masadan kalkan tarafın Türk tarafı olmasıydı. Ancak Ankara sağlam durdu. "İmtiyazlı ortaklık" kavramının Müzakere Çerçeve Belgesi'ne herhangi bir şekilde girmesi halinde masadan kalkacağını söyledi. AB üyeleri arasında da bunun böyle olduğuna inananlar vardı. Özellikle İngiltere'nin tutumu takdire şayandır. İngilizler kendi çıkarları söz konusu değilse
Tüm ağırlığını Türkiye ile müzakerelerin başlaması için kullanan AB dönem başkanı İngiltere, bu işi yarın akşam yapılacak olan AB Dışişleri bakanları toplantısında bağlamaya çalışacak. İngiliz diplomatları, "Sorun 3 Ekim'e kalır, bu nedenle ortaya çıkacak belirsizlik yüzünden de Türkler Lüksemburg'a gelmezlerse, o zaman Birlik içinde kriz var demektir" sözleriyle endişelerini ortaya koyuyorlar. 3 Ekim'de ne olacağını halen söyleyemiyoruz. AB ile üyelik müzakerelerinin planlandığı gibi başlayacağı "en geçerli varsayım" olarak yerini koruyor. Ancak, Avusturya'nın neden olduğu ve bir ucunda Türkiye'ye "imtiyazlı ortaklığın" verilmesi, diğer ucundaysa Hırvatistan ile üyelik müzakerelerinin başlatılması konularının yer aldığı "at pazarlığının" son dakikaya kadar süreceği anlaşılıyor. Haklılar da. Zira böyle bir durumun global düzeyde siyasi, ekonomik ve stratejik yansımaları olacağı kesin. Sonuç itibariyle yalnız Avrupa ve Amerika'da değil, Arap dünyasından Japonya'ya kadar herkesin gözü bu konuya odaklanmış bulunuyor. Kısacası, ister olumlu ister olumsuz olsun, 3 Ekim'de ortaya çıkacak olan sonuçla ilgili yorumların Türk-AB ilişkilerinin çok ötesinde çağrışımları olacağı
Washington izlenimleri 2 Gaffney, özetle, "Avrupai değerlerden hızla uzaklaşan" Türkiye'nin, bir "İslamofaşist ülke haline dönüşmekte olduğunu", bu nedenle de AB'den uzak tutulması gerektiğini savunuyor. Katıldığım panelin konuşmacılarına gelince, bunlar Nixon Merkezi'nden, eski FBI'cı, Robert Leiken ve İsviçre hükümetinin "İstihbarat Koordinatörü" Jacques Pitteloud'dı. Her ikisi, Avrupa'da artan "İslami tehditten" dem vurarak, özellikle İngiltere'nin göçmenler konusunda uyguladığı "açık kapı" politikasının ne denli hatalı olduğunu uzun uzun anlattılar. Avrupa'nın artık kendi intihar bombacılarını ürettiğini söyleyerek, Müslümanların kıtadan sürülmesini ima edecek kadar ileri giden "tedbir" önerdiler. Reagan yönetiminin Savunma Bakan Yardımcısı Frank Gaffney Jr.'in kendisi gibi aşırı sağcı olan Washington Times gazetesinde önceki gün çıkan "İslamcı Türkiye'ye hayır" başlıklı makalesinde yer alan görüşleri, bir boşlukta ortaya çıkmış görüşler değil. Bunu, hafta sonunda Washington'da katıldığım konferans sırasında yapılan, "Avrupa'dan yansıyan İslamcı tehdit" konulu paneldekileri dinledikten sonra rahatlıkla söyleyebilirim. "Türkiye'nin AB üyeliğini aslında savunduğunu" iddia eden
Washington İzlenimleri (1) Nedeni ise Türkiye'nin AB perspektifi konusunda 3 Ekim öncesinde ortaya çıkmış olan belirsizliklerin Washington'da yol açtığı endişe şeklinde açıklanıyor. Zira, Avrupa'da Türkiye'ye karşı takınılan ve Amerika'da Türkiye ile yakından ilgilenenlerin "fazla dostane olmayan" diye niteledikleri tavırların Ankara'yı Batı'dan iyice soğutmasından korkuluyor. Başkan Bush'un yeni Ulusal Güvenlik Danışmanı Stephen Hadley'in tam bu sırada Ankara'ya gitmesi ve burada çarpıcı mesajlar vermesi tesadüf değil. Washington'da söylenenlere bakılacak olursa, Hadley'in bu gezisi başta sadece Afganistan ve Pakistan'ı kapsayacak şekilde programlanmış. Türkiye ise programa daha sonra alınarak ilk sıraya yerleştirilmiş. Hadley kanalıyla, bu ortamda Türkiye'ye verilmek istenen mesajın, "Avrupalılar ne yaparlarsa yapsınlar, biz sizin yanındayız" olduğu belirtiliyor. Bu da zaten, ABD'nin eski Dışişleri Bakan yardımcılarından Marc Grossman'ın Financial Times gazetesinde kısa bir süre önce yayımlanan makalesindeki temel mesaj ile örtüşüyor. Türkiye'de büyükelçilik de yapmış olan Grossman, Avrupa'nın niçin Türkiye'yi arasına alması gerektiğini yazmış, bunu yapmazsa ABD'nin devreye
Temsilciler sessizce hazırladıkları kaba çerçeveyi dışişleri bakanlarına sunarlar. Onlar da bunu olgunlaştırarak nihai karar vericileri olan liderlere sunarlar. Ancak, Türkiye konusu AB içinde öyle tartışmalı bir noktaya geldi ki, kararların oluşturulmasında geçilen her aşama önem kazanmış bulunuyor.Kısacası, başta Fransa ve Avusturya olmak üzere, Türkiye ile müzakerelerin başlamasını bloke etmeye çalışan AB üyeleri, uygulayacakları taktiklerin ipuçlarını bu toplantıda verebilirler. Bu ülkelerin ne istedikleri ise belli. AB ile ilişkilerde heyecanlı bir döneme giriyoruz. Gelecek hafta yapılacak AB Daimi Temsilcileri (Coreper) toplantısı bile önem kazanmış bulunuyor. 'Bile' diyoruz, zira büyükelçiler düzeyindeki bu toplantılar normalde bu kadar önemli olmaz. Kıbrıs gibi bahanelerle engellenemezse ki öyle görünüyor, o zaman bu müzakerelerin illa da tam üyelikle sonuçlanmayacağını belgelemek ve Türkiye'ye bu durumda AB ile özel bir ilişki teklif etmek. Bu üyeler ayrıca, Türkiye ile müzakerelerin çerçevesini belirleyen belgenin de Ankara'nın önündeki çıtayı yükseltmesini istiyorlar. Kısacası, bir yandan 'engelleyici', diğer yandan 'yavaşlatıcı' taktiklerle iki koldan giriyorlar. Bu
Lean burada sanki, 'Arap ayaklanması' hakkında özellikle İngiltere'de var olan 'romantizmi' silmeye çalışmaktadır. Zira, Osmanlı'ya başkaldırmalarından bu filmin yapımına kadar geçen 50 yıl zarfında Arapların modern bir devlet kuramadıklarını bilmektedir. Irak'ta tanık olduğumuz anayasa karmaşası insana bu filmin sonunu anımsatıyor. Bırakın - federal olsa dahi - işlevsel bir cumhuriyet için çaba sarf etmeyi, taraflar bariz bir şekilde kendi avantajlarını artırma yarışı içindeler. Ne Kürtlerin, ne Şiilerin, ne de Sünnilerin 'Yeni Irak' için fedakârlıkta bulunmaya razı oldukları söylenebilir.Şimdiye kadar kazançlı çıkan tarafların Kürtlerle Şiilerin olması ise normal sayılmalı. Sünni Baas rejimi altında çektikleri acılar bunu adeta kaçınılmaz kılıyor. Özetle, hem Kürtler hem de Şiiler 'tarihi bir fırsat'ı ellerine geçirdiklerini bilerek davranıyorlar. Azınlıkta olmalarına karşın daha önce ülkenin efendisi olan Sünniler ise 'tarihi bir hezimet' ile karşı karşıya olduklarını hissediyorlar. David Lean'in 'Arabistanlı Lawrence' filmini seyredenler son sahneleri anımsayacaklardır. Türkler yenilerek 'Arabistan'dan atılmıştır. Sıra 'bağımsız' Arapların 'vatanlarını' kurmaya gelir. Ancak,