Küreselleşen dünyada, bölgesel bir kimliğin korunması ve geliştirilmesinin en iyi unsurlarından gastronomi festivallerinin önemi tartışılmaz ama konuşulması gereken konu: Festivallerin nitelikli hale getirilmesi.
Son aylarda festivallerden göz gözü görmüyor. Her gün farklı bir şehirde bazen de aynı tarihlerde üst üste çakışan festival bombardımanı altındayız. Festivaller nicelik olarak artış gösterse de nitelik olarak hepsinin arzulanan düzeyde olduğunu söyleyemem ne yazık ki! Yanlış anlaşılmasın festival yapılmasına karşı değilim. Aksine gastronomi festivalleri, küreselleşen dünyada, bölgesel bir kimliğin oluşturulması, korunması ve geliştirilmesi için en iyi fırsatlardan biri. Elbette iyi hazırlanmış içeriklerin, hiç bilmediğiniz bir coğrafya hakkında bilgi sahibi olmak, konusunda uzman kişilerin sunumlarını dinleyebilmek ve yeni şeyler öğrenebilmek gibi ufuk açıcı pek çok yönü var. İnsanları mutfak kültürleriyle buluşturmak, paylaşmak ve tanıtmak adına çok önemli etkinlikler. Festivallerin eğlendirici, coşku dolu
Dillere destan şerbetiyle kızılcık bugünlerde taze taze sofralarımızda. Eylül ayı tam taze hünnap zamanı. Mor mürdüm eriğinin günleri sayılı, bu en olgun zamanı kaçırmayın derim.
Derler ki önce zerdali çiçek açar sonra mürdüm… Şimdi, son günlerini yaşayan şeftalilerin yanı sıra mavi, mor mürdüm eriğinin saltanat dönemindeyiz. Günleri sayılı, bu en olgun zamanı kaçırmayın derim. Doğal haliyle tadını hiçbir şeye değişmem, ama salatalarda, yemeklerde, etle, tart yaparken, her şekilde tüketmek mümkün. Biz tazesine daha çok alışığız, ancak dünyanın çoğu ülkesinde özellikle Fransa ve İsviçre’de kurutuluyor. Çayı, reçeli, marmeladı… Bir meyve her şeye mi bu kadar yakışır! Mürdüm eriğinin o muhteşem kokusu, piştiğinde daha da ortaya çıkıyor. Magnezyum ve potasyum kaynağı olduğunu ise unutmamak gerek.
İki binden fazla çeşit
Anavatanı konusunda farklı görüşler dolaşsa da bizim topraklarımızda bambaşka bir nefaseti vardır bu eşsiz meyvenin. Dünyada 2 binin
Döneminin ilk resort oteli Rasim Palas restorasyonun ardından kapılarını açtı. Tarihi mekandaki Giselle restoranda zamanın ruhu, tarih ve özel tatlar; hepsi bir arada
Bugün pek çok otel yıldızlarıyla anılırken bir zamanlar en lüks olanlar için “Palas” unvanı kullanılırdı. Latince “palatium” kelimesinden türemiş, Fransızcaya “palace” olarak geçmiştir. Kelime sadece saray değil, aynı zamanda görkemli konut” anlamını da taşır. İmparatorluğun son ve cumhuriyetin ilk dönemlerinde açılan bazı lüks oteller de “palas” diye tanımlanır. Bunlar içinde en meşhur olanı şüphesiz ki İstanbul’da faaliyetine devam eden Pera Palas. Pera Palas’ın en önemli misafirinin Atatürk olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı! Aslında Atatürk’ün kaldığı tek “palas” seviyesindeki otel burası da değil. Mesela Samsun’a çıktığında yerleştiği yer Mıntıka Palas. Günümüzde Samsun Gazi Müzesi olarak ziyaretçilerini ağırlıyor. Atatürk Bursa’nın gözbebeği olan meşhur
Bodrum’un gastronomi potansiyelini iyi anlatan örnekler giderek çoğalıyor.
Bodrum, her mevsim ayrı bir güzellik vadeder. “Küçük İstanbul” görüntüsünden kurtulup kendi kimliğini bulduğunda, şu anda bulunduğu konumun çok daha yukarılarında bir dünya markası olacağına inanıyorum. Üstelik tam da Michelin Rehberi kapsamına alınmışken, İstanbul’un yazlığı olarak görülmek Bodrum’a yakışmıyor. İyi bir markalaşma stratejisi ve kendi işletmeleriyle projeler geliştirmesi gerekiyor. Bağarası, Kısmet, Sade Bir Ege Mutfağı, Limon gibi yerel markaların gördüğü ilgi aslında en güzel gösterge. Maça Kızı da lüks segment olarak dünya çapında bir örnek. Güneş, kum ve insanı baştan çıkaran maviliği, bölgenin gastronomik zenginliğiyle tamamlanınca Bodrum’un uluslararası yeri her gün daha da sağlamlaşacaktır. Hikâyelerle bezeli Mazı, Aspat, Kargı, Bardakçı, Peksimet gibi koyları; Gambilya favası, otlu börekleri, Çökertme kebabı, sürprizleriyle şaşırtan Mumcular’ı, artık
İki Michelin yıldızlı şefimiz Fatih Tutak’ın yeni konsepti Gallada, İstanbul’da İpek Yolu’nun tarihi lezzetleri ve gelenekleri içinde, çağdaş bir gastronomi yolculuğu vadediyor
Kapıdan içeri adım attığımız anda Tarihi Yarımada manzarasıyla geniş bir teras içinde şık ama rahatlık vadeden bir ambiyans, renkli şemsiyelerin gölgesinde, hepsi ayrı ayrı Boğaz’ı gören keyifli köşeler karşılıyor bizi. Ülkemizin iki Michelin yıldızlı şefi Fatih Tutak’ın The Peninsula İstanbul iş birliğiyle hayata geçirdiği Gallada’dan bahsediyorum. Bir İstanbul klasiği olmaya şimdiden aday görünüyor.
Gallada’nın vaadi, misafirlerini İpek Yolu’ndan geçen Avrasya ticaret yollarının geleneksel tatları, lezzetleri ile tüm bunların İstanbul ile olan bağlantısına dayanan çağdaş bir gastronomi yolculuğuna çıkarmak. Hikâyesi Fatih Şef’in The Peninsula ekibiyle 6 yıl önce tanışmasıyla başlıyor. İş birliği fikri ilk Bangkok’da filizleniyor. Burada bir not düşmek istiyorum. Fatih Tutak, Asya’nın En İyi Lokantası 2017 listesinde 36’ncı
Artık gıdaya ulaşmanın zorluğuna işaret eden, ödüllü sosyal gastronomi şefi Ebru Baybara Demir’in gıda israfını önleme konusunda önerileri var.
Gazetemiz geçen pazar “Çöpe giden milyarlar” başlığıyla her yıl 20 milyon tona yakın gıdanın ziyan olmasını manşetine taşıdı. Bu konu yeme içme sektörünün aşması gereken en önemli sorunlardan biri. Gıdanın geleceğinin tartışıldığı, sıfır atık, sürdürülebilirlik, toplumsal yararlar ve ekosistem gibi kavramların konuşulduğu bir dönemde serpme kahvaltıda 100 milyarlık israftan bahsediyorsak yolunda gitmeyen bir şeyler var demektir. Evet, toplum olarak kahvaltıya meraklıyız ve de çok zengin bir mutfağımız var. Bu da yeme-içme sektöründe büyük bir rekabeti beraberinde getiriyor. Artık serpme kahvaltıda tuzu karabiberi de dâhil ederek onlarla ifade edilen çeşitler havada uçuşuyor. Köy kahvaltısı başlığı altında müthiş bir pazarlama hareketine maruz durumdayız. Hangi köyde bir sofraya bu kadar çok yiyecek yığılıyor? Gerçekçi olmak lazım; damak tadı
Milas’tan sonra Edremit zeytinyağının, Türkiye’den kabul edilen 13’üncü ürün olarak AB tescili alması, önemli olduğu kadar moral de veriyor. Peki AB’den coğrafi işaret almak, tüm gastronomik zenginliğimizi anlatmak, sürdürülebilir olmak ve markalaşmak açısından yeterli mi?
Tüm dünyada zeytin üretimine en elverişli topraklara sahip İspanya, İtalya, Yunanistan, Tunus, Suriye, Fas, Fransa ve Portekiz gibi, Akdeniz’e kıyısı olan ülkeler arasında çok önemli bir konumda yer alıyoruz. Tarım ve Orman Bakanlığı Bitkisel Üretim Genel Müdürlüğü’nün açıklamasına göre, 2022 yılında yüzde 71 artış ile 2 milyon 976 bin 654 ton olan zeytin ve yüzde 79 artış ile 421 bin 717 tona ulaşan zeytinyağı üretimi, tüm zamanların rekoru olarak kayıtlara geçti. Son 20 yılda zeytin ağacı varlığını 99 milyon adetten, 189 milyona çıkardık. Aslında potansiyelimiz de hedeflerimiz de büyük. Gelgelelim, markalaşma ve pazarlama alanında halen ciddi eksiklerimiz var. Düşünsenize Türk
Tatil beldelerine giderken otobanları kullanmaya başladığımızdan bu yana, yol üstü lezzetlerinden uzak kaldık. Özleyenler için bir seçkiye ne dersiniz?
Otobanlarla gideceğimiz yere daha kısa sürede ulaşabiliyoruz ama bir de yoldan çıkaran lezzet durakları var ki, iyi bir yemek için tereddüt etmeden otobandan ayrılmayı göze alıyorsunuz! Aslında gastronomi turizminin en önemli dinamiğidir yol üstü lezzetleri. Birkaç gün önce Bodrum’a en yakın destinasyonlardan Bafa Gölü’nden geçerken aynı şeyi düşündüm. Kişisel gayretlerle bir şeyler yapılmaya çalışılıyor. Hâlbuki biraz altyapı yatırımı, işletmecilerin desteklenmesi ve iyi bir standartla turizmimizin gözdesi olabilir.
Akay, Tavacı Refik ve Düzdağ Tost
Tavacı Refik, Karacabey Devlet Hastanesi’nin karşısında. Sac tava, kuzu tandır ve ekşi erikli kuzu kavurması meşhur. Kestane şuruplu kabak tatlısını yedikten sonra kilometrelere meydan okuyabilirsiniz. Bursa’nın içinden bir seçenek ise Akay Çiğ Börek. Evet, orijinali çi börek ama