<#comment>#comment>Irak konusunda, çok dikkatli olmak lazım... Türkiye’nin menfaatlerini çok iyi korumaya mecburuz... Türkiye savaşa bulaşmamanın yolunu bulmalıdır... Herkes bunları söylüyor da, ne yapılacağını, nasıl yapılacağını kimse bilmiyor. Kimse söylemiyor.
Irak sorunu, durup dururken gökten bir bela olarak başımıza indi. Bu beladan kurtulma şansı görülmüyor. Önemli olan en az hasarla belayı atlatmak ama, bu da mümkün değil.
Savaş başlamadan, rüzgarı bile ekonomiyi vurmaya başladı. Olumsuz etkiler piyasa göstergelerine yansıdı. Göstergelere yansımayan perde gerisinde birçok olumsuzluk da ekonomiye ağır faturalar çıkarıyor.
Döviz fiyatının yükselmesi, borsanın düşmesi gibi piyasalardaki öncü göstergeler, pek önemli sayılmayabilir. Döviz fiyatı iner, borsa endeksi çıkar ama, bazı yapısal hasarlar kolay onarılamaz.
Adana Havaalanı. Kasım ayı başından itibaren kapalı. Mersin Limanı’na artık ticaret gemileri giremiyor. Gemi yükleme ve boşaltma için kullanılan dev vinçler sökülüyor. Bunların anlamı şu: Irak sorunu nedeniyle bir süre Türk halkı Adana Havaalanı ile Mersin Limanı’nı kullanamayacak. Adana ve Mersin Türkiye’nin en hareketli sanayi ve tarım bölgesi.
<#comment>#comment>Türkiye, üç kocalı Hürmüz’e döndü. Birinci kocamız IMF. İkinci kocamız AB. Üçüncü kocamız ABD. Bundan sonra hayatımız bu üç kocayı gücendirmemek için taviz vermekle geçecek.
IMF’yi gücendirirsek, program desteğini kesecek, döviz vermeyecek. Onun için IMF ne isterse yapalım. Hangi kanunları istiyorsa değiştirelim. Çiftçiye, hayvancıya para vermeyecekseniz diyorsa, vermeyelim. AB’yi gücendirirsek, iki yıl sonra bizi gene tam üye olarak kabul etmezler. Onun için, ne isterlerse yapalım. Önce hemen şu Kıbrıs’ı verelim. Sonra Ege Denizi’ndeki iddialarımızdan vazgeçelim. Hapishaneden kimlerin çıkarılmasını istiyorlarsa, listesini versinler çıkaralım.
ABD’yi gücendirirsek, bu garip dünyada "dayı"sız kalırız. Tek başımıza ne yaparız? Onun için, Irak’la savaşacaksak savaşalım. İsrail’le daha fazla yakınlaşacaksak yakınlaşalım.
Sayın okuyucularım, bu yazılanlar ilk anda insana şaka gibi geliyor ama, durumumuz gerçekten "vahim". Ekonomik bakımdan sosyal politikalar bakımından, iç politika bakımından, dış politika bakımından, üç büyük gücün tamamen etki alanına girmiş durumdayız. Bu üç büyük gücün etki alanından kısa sürede kurtulacağımızı sanmak, hayal olur. Bu
<#comment>#comment>Türk ekonomisinin 2002 yılını yüzde 6 dolayında büyüme ile tamamlaması, 2003 yılında da büyümenin devam etmesi bekleniyor.
Halbuki Avrupa ülkelerinin hemen tamamında 2003 yılında ekonominin duraklaması söz konusu.
Ekonomi uzmanları ve bankacıların değerlemelerine göre başta Almanya olmak üzere Avrupa Birliği üyesi ülkelerin tamamında 2003 yılında ekonomiler büyümeyecek.
"Büyümeyecek ise büyümesin" diyemeyiz. Çünkü bizim büyümemizin dinamiği ihracat. Ve de bizim ihracatımızın en büyük pazarı başta Almanya olmak üzere Avrupa pazarı. Avrupa’nın büyümemesi demek, Avrupa’da yaşayan insanların talebini kısmaları demektir. Avrupa’da yaşayan insanlar talebi kısar ise, bizim ihraç ürünlerine alıcı bulamayız. Sonuçta bizim büyümemiz de tehlikeye girer.
Gelecek yılın tehlike işaretleri
<#comment>#comment>
2001 yılında milli gelirimiz, 148 milyar dolara düşmüştü. Bunu nüfusa bölünce, kişi başı milli gelirimiz 2 bin 160 dolar olduğu ortaya çıkıyordu. Bu rakam uluslararası karşılaştırmalarda çok düşük bir rakam. Aslında karşılaştırmalarda bu rakam kullanılmıyor da, satın alma gücü paritesine göre hesaplanan milli gelir ve kişi başı gelir rakamları kullanılıyor.
Satın alma gücü paritesine göre, 2001 yılında Türkiye’nin milli geliri 408 milyar dolar. Kişi başı geliri de 6.012 dolardır.
Bazı kimseler, bu kişi başı 6.012 dolarlık gelir rakamının kayıt dışı ekonomi dikkate alınarak hesaplanan bir rakam olarak kabul ederler. Bunun kayıt dışılıkla ilgisi, ilişkisi yok.
1 doların alabileceği her ülkede farklı farklıdır
<#comment>#comment>Yemek listesine baktım, çorbalar 500 bin lira. Sulu yemekler 1 milyon lira. Et yemekleri 1 milyon 500 bin lira. Izgara 1 milyon 750 bin lira. Tatlılar 400 bin lira. Düğün çorbasıyla püreli kebap ve aşure yedim. Beni ve Milliyet Ekonomi Bölümü Yönetmeni Murat Sabuncu’yu, Meclis lokantasına davet eden Mustafa Özyürek hesabı ödedi. Zemin kattaki lokantada yer bulamadık, bodrumdaki lokantada yemeğimizi yedik. Lokantada seçmenlerini ağırlayan milletvekilleri kadar, seçilemediklerinden işsiz kalan, TBMM’de vakit geçirmeye çalışan eski milletvekilleri de vardı. Yemek yiyenlerin tamamına yakını erkek idi. Üst kat salonda tek bir masada başörtülü az sayıda hanımı yemek yerken görmüştüm. Alt kat salonda sadece bir masada şık giyimli başı açık hanımlar yemek yiyordu. Daha sonra onların, CHP’den milletvekili seçilen rahmetli Metin Toker’in kızı Gülsün Toker’in davetlileri olduğunu öğrendim.
DPT’den ayrıldığımdan bu yana uzun süre Meclis’e gitmemiştim. Meclis binasının yenilenen toplantı salonu dışındaki bölümleri, bakımsızlıktan "ağlıyor." Lokantaları da, salonu, masaları, servisi ile karayolları üzerindeki yolcu lokantalarına benzemiş.
İdare Amirliği yasaklamıştı
<#comment>#comment>1856 yılında Kraliçe Viktorya’nın fermanı ve de İngiliz sermayesi ile kurulan Osmanlı Bankası’nın, sermaye yapısı 1863 yılında değişti. Banka Osmanlı İmparatorluğu adına para basmaya başladı. 1875 yılından sonra banka Osmanlı İmparatorluğu’nun Hazinedarlık sorumluluğunu taşıdı.
1924’te bankanın para basma imtiyazı, Türkiye Cumhuriyeti’ne devredildi. Ama, 1933 yılında Merkez Bankası kuruluncaya kadar, Osmanlı Bankası Hazine işlemlerini yürütmeyi sürdürdü. 1933 yılında özel bir Ticaret Bankası olarak yeniden yapılandırılan Osmanlı Bankası’nın yabancılardaki tüm hisseleri, 1996 yılında Doğuş Grubu tarafından satın alındı. 2001 yılı 16 Aralık günü Osmanlı Bankası, Garanti Bankası ile birleşti. Ve bankacılık fonksiyonu sona erdi.
Tarihi cadde
Osmanlı Bankası’nın, Karaköy’ü Şişhane’ye bağlayan, şimdilerde Bankalar Caddesi diye bilinen, Voyvoda Caddesi üzerinde görkemli bir binası var. Bu cadde eski Galata’nın iç surları içinde kalan tarihi yapılarla doludur. 14. yüzyılda burada Ceneviz meclis binası ve pazar meydanı vardı. Osmanlı döneminde bu caddede Galata’nın asayişinden sorumlu Voyvoda otururdu. 1960’lardan sonra cadde, yabancılara ait bankacılık,
<#comment>#comment>Bankaların topladıkları mevduat, 123.9 katrilyon lira. Bankalar bu paranın, 74.4 katrilyon lirasını devlet tahviline ve bonosuna bağlamış, 8.3 katrilyon lirasını mevduat karşılığı (garantisi) olarak Merkez Bankası’nda tutuyor, 30.3 katrilyon lirasını da kredi olarak kullandırmış. Kalan 10.9 katrilyon lira da bankaların kasasında veya başka alanlara yatırılmış.
Bankaların esas görevi, mevduat toplayarak kredi vermek. Mevduat olarak topladıkları parayı, kasalarında boş yere tutamazlar. Kredi olarak veremezse bir başka şekilde değerlendirmek zorundalar. Ama, sistem bizde tersine işliyor. Mevduat olarak topladıkları paradan tahvile ve bonoya yatırabilecekleri parayı, tahvile ve bonoya yatırıyor. Kalan olursa kredi olarak kullandırıyor.
Bankaların krediden kaçınmalarının değişik nedenleri var. Öncelikle, bizde banka kredileri likit değil. Bankadan kredi kullanan, bunu bir vade ile değil, devamlı olarak kullanmak üzere aldığı inancı ve davranışı içinde. Ayrıca, faiz oranlarının yüksekliği nedeniyle birçok firma kredi faizi ile ana parayı ödemede zorlanıyor. Kredi ihtiyacı olan, kredi alamamaktan yakınırken, bankalar, kredi kullandıracak güçte müşteri bulamamaktan
<#comment>#comment>AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan seçimden önceki konuşmalarında, Karadeniz’deki fındık üreticilerine kiloda en az 2 milyon lira ödeme yapılacağı sözünü vermişti. Şimdi, bu sözün yerine getirilmesine çalışılıyor. Ancak, bir sorun var. Önceki hükümet, fındığa kilo başına 1 milyon 615 bin lira fiyat biçmişti. Ve fındık üreticileri elerindeki fındığın yaklaşık yüzde 70’ini bu fiyattan elden çıkarmıştı. Fındık üreticilerinin sattıkları fındığın 45 bin tonu Fiskobirlik depolarında, kalanı da fındık tüccarlarının ve fındık ihracatçılarının depolarında.
Bu durumda, para bulunsa bile, fındık üreticisine fiyat farkı ödemesi yapmak bir sorun teşkil ediyor. Ancak, sorunun politik ağırlığı var. Çünkü, fındık doğrudan ve dolaylı olarak sekiz milyon insanı ilgilendiriyor. Eskiden fındık sadece Karadeniz kıyılarında dikilirdi. Şimdilerde 54 ilde fındık dikimi yapılıyor.
Türkiye’de her yıl yaklaşık 650 bin ton kabuklu fındık üretiliyor. Kabuğu çıkarılınca, geriye 325 bin ton iç fındık kalıyor. Türkiye dünya fındık üretiminde ve ticaretinde yüzde 75 paya sahip. 650 bin ton kabuklu fındığın, 70 - 80 bin tonu içeride tüketiliyor. 400 - 500 bin tonu ihraç ediliyor. Her yıl