Bizde ayrı sayılmaz bir kitap bir mihraptan,
Ki uğuldar kubbemiz “oku!” diyen hitaptan.
Kitap denince Müslümanların aklına ilk gelen eserin Kur’an-ı Kerim olduğunda şüphe yoktur. Bununla beraber her kitap Müslümanlar arasında önyargısız, iyi niyetli bir değerlendirmenin konusudur. İslam medeniyetinde insanlığa yararı, hizmeti dokunabilecek olan bütün kitaplar, kim tarafından yazılmış olursa olsun incelenmiş, değerlendirilmiş ve korunmuştur. Hz. Muhammed (s.a.v.)’in “İlmi, içinde bulunduğu kabın şekline bakmadan alınız”[1] sözünün Müslümanlarda ilme ve kitaba hürmetkâr bir bakış açısı oluşturduğundan şüphe edilemez. Bu sayede İslam dünyasında başka medeniyetlerde görüldüğü gibi kitapların yakılması, kütüphanelerin yıkılması şeklinde tecelli eden bir kitap düşmanlığı görülmemiştir. Bu, Müslüman medeniyetinin çok büyük bir artısıdır. Goethe’nin “Bir iyi yanı bulunmayacak kadar kötü kitap yoktur.” sözü, Müslümanlar için de geçerli bir tespittir. Müslümanlar eski Yunan medeniyetinin vücuda getirdiği ilmî eserleri Arapçaya çevirip insanlığın hizmetine sunmasalardı bugünkü Batılıların rönesansı yaşamaları, her sıkıştıklarında bu medeniyete gönderme yapmaları asla mümkün olmazdı.
Müslümanlık, ilim tahsil etmeyi ve tahsil edilen ilmi kitaplaştırmayı, mensuplarına kaçınılmaz bir görev olarak yüklemiştir. Bu görevin ciddiyetle benimsendiği yüzyıllarda Müslüman şehirlerde inşa edilen kütüphaneler, akıl almaz sayıda kitapla doldurulmuştur. Bunların yalnızca din kitapları oluğu sanılmamalıdır. Müsbet bilimlerin her dalına ait kitaplar da bunlar arasındadır. Üstelik bu kitaplar hep elyazmasıdır.
Abbasi Halifeliği (751-1258) döneminde başkent Bağdat, dünyanın en zengin kütüphanelerine sahip bir merkezdi. İlmî ve kültürel çalışmalar dünyanın başka hiçbir yerinde görülemeyecek kadar yoğundu. Gerek Kur’an, tefsir, hadis, fıkıh, kelam gibi din bilimleri; gerekse matematik, astronomi, fizik, kimya, tarih, coğrafya gibi müsbet ve sosyal bilimler üzerinde harıl harıl çalışmalar yapılıyordu. Bu arada Eski Yunan uygarlığına ait bütün eserler Arapça’ya çevriliyor, üzerlerinde gerekli açıklama ve düzeltmeler yapılarak onlardan yararlanılıyordu. Bütün bu çalışmalar kitaplaştırılıyordu. Yüz binlerce cilt kitap ihtiva eden kütüphaneler oluşmuştu.
Bütün medeniyetlerin olduğu gibi İslam medeniyetinin de itici gücü olan kitaplar iki büyük darbeye, iki büyük barbarlığa hedef olmuşlardır. Bunların ilki 1258’de vuku bulan Moğol istilasıdır. Cengiz soyundan Hulagu Han liderliğindeki istilacılar görülmemiş bir barbarlıkla bütün Bağdat’ı yağmalamışlar; camileri, köşkleri, sarayları yakıp yıkmışlar; binlerce insanı kılıçtan geçirmişler; Bağdat kütüphanelerinde birikmiş yüz binlerce cilt kitabı da Dicle nehrine dökmüşlerdir. Dicle nehri bu sebeple haftalarca mürekkep renginde akmıştır.
İkinci büyük darbe ise 15. yüzyıl sonlarında(1492) yaşanmıştır. İspanya’da yaklaşık sekiz yüzyıl sürmüş Müslüman egemenliğine, İmparator Şarlken tarafından görülmemiş zulümlerle son verilirken, bu medeniyetin vücuda getirdiği çok değerli camiler, köşkler, saraylar tahrip edilmiş; bu arada, Granada’nın Babü’r-Remle Meydanı’nda da, Müslüman kütüphanelerinde birikmiş bir milyon cilt kitap yaktırılmıştır.
20.yüzyılın başında, ünlü fizikçi, Pierre Curie şunları söylemiştir:
“Müslüman Endülüs’ten bize otuz kitap kaldı, atomu parçalayabildik. Şayet yakılan bir milyon kitabın yarısı kalsaydı, çoktan uzayda galaksiler arasında geziyor olacaktık.”[2]
Dini bilgiler
ÂMENTÜ
“İnandım”anlamında bir kelime olan “Âmentü,” İslam’da inanılması gereken esasları toplu olarak ifade eden bir cümlenin adıdır. Bu cümle şöyledir:“Âmentü billâhi ve melâiketihî ve kütübihî ve rusulihî ve’l-yevmi’l-âhiri ve bi’l-kaderi hayrihî ve şerrihî minallahi teâlâ ve’l-ba’sü ba’de’l-mevti hakkun. Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulühü. Anlamı şudur: Ben Allah’a, O’nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe ve kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine ve öldükten yeniden dirilmenin hak olduğuna inandım. Tanıklık ederim ki Allah’tan başka tanrı yoktur ve yine tanıklık ederim ki Hz. Muhammed O’nun kulu ve peygamberidir.
Ramazan fıkrası
PEYGAMBER TÜRKÇE BİLMEZDİ
Adanalı bir vatandaş bir aralık ağır borç altında bunalmış. Kime başvurduysa eli boş dönmüş. Nihayet aklına İstanbul’daki hemşerisi, zenginler zengini Hacı Ömer Sabancı gelmiş. Atladığı gibi trene soluğu İstanbul’da almış. Hiç vakit kaybetmeden Emirgan’daki Atlı Köşk’e gitmiş. Hacı Ömer’e Adana’dan bir hemşerisinin ziyarete geldiğini haber vermişler. Hacı Ömer, Adana’dan gelen ziyaretçilerin niçin geldiğini bildiğinden adamı kabul etmek istememiş. Ama Hacı Ömer hemşerisini bile kabul etmedi dedirtmemek için çaresiz adamı içeri aldırmış. Nezaket gereği hoşbeşten sonra sadede gelinmiş. Adam anlatmış:
-Efendim çok sıkıntılı bir durumdayım. Adana’da kime müracaat ettimse elim boş döndüm. Böyle çaresizlik içindeyken rüyamda peygamberimizi gördüm. Bana “Sen niçin Hacı Ömer gibi hayırsever ümmetimi hatırlamaz, halini ona arz etmezsin” dedi. Selamıyla beraber beni sana gönderdi.
Hacı Ömer bir an tereddüt etmiş. Sonra, kafasında bir şimşek çaktığının ifadesi, bir zeka ürünü olan şu sözlerle adamı afallatmış, şaşkına çevirmiş:
-Sen Arapça bilir misin, bilmezsin. Peygamber de Türkçe bilmezdi. O zaman bu anlattıklarını nasıl söyledi sana? Besbelli ki yalan söylüyorsun. Bizden yalancıya yardım yok. Doğru geldiğin yere!
Kıssadan hisse
ARADAKİ FARK
Anadolu’nun yetiştirdiği en büyük velilerden biri olan Hacı Bayram (XV. y.yıl) Anadolu kökenli başka birçok bilgin ve erenin de üstadıdır. Bunlardan biri de Fatih’in hocalarından Akşemseddin idi. Akşemseddin Hacı Bayram’a bağlanışından kısa bir zaman sonra zekası, anlayışı, kavrayışı, en önemlisi de şeyhine tam teslimiyeti sayesinde icazet (diploma) aldı ve irşadla görevlendirildi. Akşemseddin’in bu başarısı Hacı Bayram’ın diğer müridleri arasında kıskançlığa sebep oldu. Bunlardan biri Hacı Bayram’a sordu:
- Efendi Hazretleri, kırk yıldır talebeniz olanlar henüz halifeliğe (sizi temsile) layık görülmezken Akşemseddin’in kısa zamanda bu rütbeye ulaşmasının sebebi ne ola?
Hacı Bayram, gerek maddi gerekse manevi hayatta yükselmenin veya yerinde saymanın sebebini açıklarcasına cevap verdi:
- Bu köse (Akşemseddin) bizde ne gördü ve işittiyse hemen inandı ve teslim oldu. Sebep ve hikmetini sonra kendi kendine bulup öğrendi. Kırk yıldır hizmetimizde bulunanlar ise bizde gördüklerinin ve duyduklarının önce sebep ve hikmetini öğrenip sonra inandı ve teslim oldu. İşte aradaki fark budur.
Fıkra
HASTANIN AKILLANDIĞI NASIL ANLAŞILIR?
Bir akıl hastanesi başhekimi, ziyaretine gelen bir dostuyla konuşuyormuş. Dostu merak edip sormuş:
—Hastaların akıllandıklarını nasıl anlıyorsunuz?
Başhekim,
—Bunun birçok yöntemi var, demiş. Ama en basitlerinden bir tanesi şu: Bir küveti suyla dolduruyoruz; yanına da bir bardak, bir sürahi, bir kova koyuyoruz. Hastaya bu küveti hangisiyle boşaltırsın diye soruyoruz…
Başhekim sözünü bitirmeden dostu lafa karışmış:
—Doğal olarak “Kovayla boşaltırım” diyeni akıllanmış sayıyorsunuz…
Başhekim,
—Hayır demiş, “Küvetin tıpasını çıkararak boşaltırım” diyeni akıllanmış sayıyoruz.
[1] Künüzü’l-Hakayık, c.2, s. 51
[2] Erol Toy, Cumhuriyet Gazetesi, 30.7.1979.