Kenan Vural: "Alem Dünya, Müzikal Coğrafyamı Belli Ediyor"

“Aslında müzik kolektif bir çalışmanın yansıması olmalıdır. Esas mesele o birlikteliğin yarattığı enerjidir.”

Debut solo albümü Âlem Dünya’nın heyecanını soluduğu şu günlerde dahi böyle düşünebiliyor Kenan Vural ve hemen arkasından ekliyor: “Aslında şu anda da bir kolektif çalışmadan söz edebilirim. Çünkü ekipteki arkadaşlarıma ne yapmaları gerektiği konusunda çok fazla müdahale etmedim.”

Ada Müzik etiketli söz konusu bu yeni çalışmanın merkezinde bir araya geldiğimiz müzisyenin albüme dair söylediği tek nokta elbette bu değil. Zira röportajın sınırlarını salt Âlem Dünya üzerinden de belirlemedik. Cümlelerimizin merkezinde Yüksek Sadakat dönemi de vardı, 1995’in Serüven’li yılları da ve hatta Eurovision günlerinden kalanlar da.

Haberin Devamı

Yine de en çok yeni dönemin heyecanını aktarıyor Vural: “Laf olsun diye ortaya atmadım Alem Dünya’yı. Haliyle her şarkının kendi yolunu bulabileceğine inanıyorum.”

- Kenan Vural başlıklı ilk solo albüm bu. Yine de geçmişe sırtını dayayan bir hikâyesi de var bu albümün. 2007 öncesinde hazırlıklar tamamlanmış, fakat farklı projelere dair teklifler gelince, solo kariyer meselesi bir müddet daha rafa kaldırılmış. O dönemden başlayalım mı işe?

1998 yılında Serüven adlı bir grupla albüm kaydettik ve yayımladık. Benim için önemli bir eşikti o albüm. Ardındaki süreçte ise çeşitli sanatçılara eşlik ettim. Hem sahnede, hem de albüm kayıtlarında. Bu şekilde bir-iki sene geçirdim. 2003-2004 yıllarını ise kayıt yapmayarak ama beste oluşumuna yoğunlaşarak değerlendirdim. Tam o dönemde albümümü kaydetmiş, plak şirketleriyle iletişime geçmiştim; fakat müziğin kolektif bir çalışma olduğu düşüncesinden hareketle solo kariyerimi bir müddet daha erteledim. Zaten yakın bir zaman sonra da Yüksek Sadakat dönemi başladı.

- Son aylarda verdiğin mülakatların hepsinde topluluk dâhilinde üretilen müziğin pozitif yönüne dikkat çekmişsin.

Evet, bu görüşüm hala geçerli. Bence müzik; sadece bir kişinin fikri olmaktan öteye geçmeli. Burada bahsettiğim ‘topluluk’ fikri; sadece sahnede birlikte çalmaktan ibaret değil. Aynı zamanda üretim aşamasının da bir bütün olarak işlenmesi gerektiğine dikkat çekiyorum. Bu bağlamda ben, arkadaşlarımın provalar sırasında çaldıklarına neredeyse hiç karışmıyorum.

Haberin Devamı

- Peki, sence olumsuz yönleri nedir; grup olarak hareket etmenin?

Topluluklar; yola koyuldukları sırada seslerini duyurmak isterler. Sonuç olarak bir şeyleri başarmak için bir araya gelmişsinizdir. Bunu aslında ikiye ayırmak lazım: Birincisi; başarısız olunduğu zaman yaşananlar. İkincisi ise; başarılı olunduğu zaman yaşananlar. Başarısız gruplar, zaten motivasyonlarını zamanla kaybediyorlar. Belli bir süre çabaladıktan sonra hala çalmak için düzgün bir sahne ve albümünüzü yayımlamak isteyen bir plak şirketi bulamadıysanız; ‘Biz yanlış bir şey yapıyoruz’ fikrine kapılabilirsiniz. Bu birincisi; çok da kötü olmayan bir senaryo aslında. Bir de başarılı olup, üst üste albümler yayımlayan toplulukların yaşadıkları var ki; orada dengeler bozulabiliyor. O noktada egolar frenlenemeyebiliyor. İlk başlarda 20 – 30 kişinin karşısında çalarken 3-4 yıl sonra 5-10 bin kişilik bir kitlenin karşısında çalmaya başladığınızda kendinizi bir büyüteç altında görmeye başlıyorsunuz. Tam da o noktada üyesi olduğu grubun gelecek planlarıyla kendi kariyerini bir araya getiremeyenler ortaya çıkıyor. İşte o zaman 5 kişiden oluşan bir grubun, belirlediği hedefte yürümesi zorlaşıyor. Aslında asgari müştereklerde birleşerek hareket etmek gerekiyor; ama fikirler ve beklentiler farklılaşmışsa; bu birliktelik sağlanamıyor. Kimisi; ‘Daha fazla para kazanalım.’ diyor, kimisi; ‘Daha az konser verelim ki yüzümüz eskimesin.’ diyor ve haliyle bir orta nokta bulmak zorlaşıyor. Bence grupla hareket etmenin en zor yanlarından birisi bu.

Haberin Devamı

- Yüksek Sadakat’le birlikte geçirdiğin süre zarfında az evvel bahsettiğin sorunları ne ölçüde yaşadın?

Bizim müzikal olarak bir sıkıntımız yoktu, diyebilirim. Yüksek Sadakat; her zaman iyi besteler çıkaran ve iyi sözler yazan bir gruptu. Sonuçta temiz iş yapan bir gruptan söz ediyoruz. Fakat işleyişle ilgili benim sıkıntılarım oldu. Yine de kişisel olarak oradaki arkadaşlarımla ilgili bir sıkıntı yaşamadığımı belirtmek isterim. Zaten hala da konuşuruz. İletişimimiz devam etmekte.

- Yüksek Sadakat senden önce de albüm yayımlamış bir gruptu. Vokal değişikliğine gidiliyor ve sana ‘gel vokalistimiz ol’ deniyor. O süreçte kendini bir başkasının açığını kapatan biri gibi hissettin mi?

Hayır, öyle hissetmedim. Elbette, sonradan eklendiğiniz gruba ait olma hissine kavuşmak biraz zaman alabiliyor. Ama Yüksek Sadakat üyeleriyle yaptığım ilk provada kendimi rahat hissettim ve onlardan iyi bir elektrik aldım. Zaten tersi olsaydı, o işe hiç girişmezdim. Grubun öncesindeki kariyerimde ürettiğim besteler, imzamın bulunduğu çalışmalar ortadaydı. Dolayısıyla kendimi açığı kapatan biri gibi hissetmedim. Ayrılırken de hakeza. Sadece üyeler arasındaki düşünceler farklılaşmaktaydı ve grup; olmasını istediğim kulvardan biraz uzaklaşmaya başlamıştı.

- Bir de Eurovision dönemi yaşadın Yüksek Sadakat’le beraber. Şimdiden bakınca, o süreci nasıl görüyorsun?

En başta, ülkeyi temsil etmek hoş bir duygu. Zaten topluluk olarak bizi Eurovision’a gitmeye motive eden temel faktör buydu. Yoksa o zaman da söyledik; biz müziğin yarıştırılabilir bir olgu olduğuna hiçbir zaman inanmadık, karşı da durduk her zaman. Yine de sonuçta dediğim gibi ülkeyi temsil etmek gibi bir durum söz konusu ve buna yaptığınız işten dolayı değer görülüyorsunuz. Reddeden arkadaşlarımız da olmuştur belki; ama bize Eurovision teklifi yapıldığında; bunu ülkemize bir vefa borcu gibi gördük ve teklifi kabul ettik. Oradan iyi bir neticeyle dönmek istemiştik. Bu olmadı. Senin de bildiğin gibi elendik. Grubun kariyerinden bakacak olursak; kazansaydık çok iyi gelir miydi, bilmiyorum; bir derece alamadan geldik, çok kötü oldu mu, onu da bilmiyorum. Sonuç olarak benim gruptan ayrılmamın Eurovision süreciyle uzaktan yakından alakası yok. Yine de kabul etmek lazım ki; oraya gitmiş olmanın en azından grubun kariyerini kötü etkilediğini söyleyebilirim.

- Alınan sonuca bağlı olarak mı?

Tabii ki. Çok tuhaf şeyler yazıldı-çizildi o dönem. Kendimizi ifade edemedik, söylediklerimiz cümle aralarından cımbızlanarak servis edildi. Dürüst olmak gerekirse bizde farklı konumlandırılıyor bu Eurovision meselesi. O mecra; bir yarışmadan daha çok muhtelif müzikal kültürlerin bir araya geldiği, sanat başlığı altında ülkeler arasında mevcut olan tüm sınırların kalktığı bir etkinlik aslında. Bu işi böyle görmeye başlamamız gerekiyor. Yarışmayla ilgili ise şunu söyleyebilirim: Eurovision, gerçekten de çok iyi yürüyen bir organizasyon. O deneyimi yaşamak benim için önemliydi. Avrupa ülkelerinde ise bu olayın adı bir festival. Yarışmak ise, işin tuzu-biberi olarak görülüyor.

- Geriden geldik, özetledik hikâyeyi. Şimdiye gelelim, derim. Hemen önümüzde debut solo albümün var. 1968 doğumlusun. “Şu solo mevzusuna geç giriştik.” diyor musun, yoksa 40’larının ortalarına seni taşıyan tüm o yaşanmışlıkların bu albümü daha da olgunlaştırdığı kanaatini mi taşıyorsun?

Böyle bir muhakeme yaptığımı söyleyemem. Müzik; kendimi ifade edebilme biçimlerimden biridir. Bunu bir toplulukla ya da tek başıma yapıyor olmamın bir farkı yok bence. Sadece şu var; bunca yıllık topluluk deneyiminden sonra bir de kendi başıma hareket etmek istedim. Çünkü bir grup kuracak, insanları bir grupta yer almaya ikna edecek ve onlara ‘başka işlerinizi bırakın.’ diyecek enerjim de yoktu açıkçası. Zaten şu noktadan sonra da bir grup anlayışından kendimi oldukça uzak görüyorum. Kaldı ki pek durağan ilerlemeyecek benim için önümüzdeki dönem. Yeni albüm için çok beklemek istemiyorum ve hatta arada bir cover projesi de gelebilir.

- Peki, Âlem Dünya’da kimlerle çalıştın?

Albümde kemik bir grubumuz var. Gitarları Tuncer Tunceli çaldı. Ben işin akustik gitar ve vokal tarafındaydım. Mert Topel; tuşlu çalgılardaydı, Serkan Aşanel bas gitar ve Bülent Ay da davul çaldı. Bu kemik kadronun haricinde, kimi arkadaşları da albüme dâhil ettik. Sağ olsunlar onlar da beni kırmadılar. Herkes kendi lezzetinden bir çeşni kattı bu albüme.

- Jehan Barbur da ‘Fark Eder mi?’ düetiyle katılmış albüme.

‘Fark Eder mi?’ ortaya çıkarken, aslınsa bir düet olarak kurgulamamıştım onu. Bir süre sonra böyle bir fikir geldi aklıma. Sözlerde birkaç değişiklik yaptım ve Jehan’a parçayı yolladım. Sağ olsun o da kabul etti. Yani o süreç çok doğal bir şekilde gelişti.

- Klip de bu düet parçasına çekilmiş.

O şarkının bir hikâyesi var: Bir erkeğin gittiği mekânda bir kadını görmesi ve onunla tanışmaya çalışması. Fakat bu parçanın alt metni bana başka şeyler çağrıştırıyor. Hayatta gerçekten de bazı şeylerin fark edip fark etmediği, bir takım şeylerin hayatımızda etkisi olup olmadığıyla ilgili. Klip yönetmenimiz Charles (Richards); bir yetimhaneye gitmekten ve oradaki insanlarla bir gün geçirip onların yalnızlıklarına rağmen mutluluklarını anlatmak gerektiğinden bahsetti. Güzel fikirdi; ama eksik bulmuştum. Bunun üzerine işitme- konuşma engelli insanlarla bir araya gelerek sesle yapılması gereken bir eylemin, yani şarkı söylemenin; ses çıkarmadan da yapılabildiğini ve onların engellere hapsolmadıklarını klip boyunca işlemeyi istedim. Ne mutlu ki; bunu hayata geçirebildik.

- Şarkıların tümünde imzan var. Sadece kapakta yazdığı kadarıyla değil, söz-müzik odağında da bir Kenan Vural albümü bu. Parçalarda nasıl karar kıldın peki? Sonuç olarak 15 yıla uzanan bir birikimden söz ediyoruz.

24- 25 parça içinden seçtim albümdeki şarkıları. Oradaki tek kriterim şuydu: Bu albüm, benim müzikal kimliğimle ilgili bir ipucu vermeliydi. Tamam, kariyerime dair insanların aklında kimi fikirler vardı; ama işin beste üretimi tarafında, Yüksek Sadakat’te yer alan 4 şarkım dışında pek bilinmiyordum. Alem Dünya’yı oluştururken birbirine benzemeyen parçaları içe kattım; çünkü bu albümün; dinleyicilere müzikal coğrafyamın genişliğini az-çok belli etmesini istedim. Çok pop gibi tınlayan şarkılar da var, sound’ları 70’lere uzanan parçalar da var. Öte yandan akustik ve ballad’lar da mevcut. Kısacası, konumu değişken olan bir albüm bu.

- Albümdeki parçalar muhtelif sularda yüzse de bir dengede duruyor. Çok öne atılan da yok, gereğinden fazla geride duran da. Bu dengeyi özellikle mi gözettin?

15 yıldır üzerinde çalıştığım, ama daha tamamlanmadığını hissettiğim parçaları ilk başta elemiştim, öte yandan bir çırpıda güzel tatları yakalayabildiklerime de albümde yer verdim. ‘Şu parça hit olur koymalıyım, şu parça geriye düşer çıkarmalıyım.” diye planlar yapmadım. Kaldı ki; hangi parçanın hit olacağına siz karar vermiyorsunuz, o taraftaki kontrol dinleyici kitlesinin elinde.

- Şu ana kadar nasıl geri dönüşler aldı Âlem Dünya?

22 Mayıs tarihinde çıktı albüm ve yaklaşık 1 hafta sonra da malum Gezi olayları patlak verdi. Taraf olun ya da olmayın; o dönem bir müzik albümünden daha önemli şeyler yaşanıyordu Türkiye’de. Dolayısıyla biz o süreçte albümü tanıtmaya çalışmak yerine etrafımızda olup bitenlerle ilgilenmeyi daha doğru bulduk. Albümle alakalı harekete geçmek için o sürecin sonuçlanmasını bekledik tabii ki. Yine de albüm yayımlanmıştı ve haliyle kendi yolculuğuna da başlamıştı. O dönem birçok yerde Âlem Dünya’yla ilgili yazılar çıktı. Kaleme alınan görüşlerin iyi ya da kötü olması elbette önemli; ama bence daha önemli olanı; Âlem Dünya’nın yazılmaya değer görülmesi. Öte yandan benim gördüğüm kadarıyla yazılıp çizilenlerin çoğunluğu olumluydu. Zaten doğru ve beni ifade eden bir albüm olmasaydı; ‘Bir de solo dönemim olsun.’ diye bu albümü çıkartıp da ortalara atmazdım. Sonuçtan memnun kaldığımız için Âlem Dünya’yı insanların beğenisine sunduk.

- Hâlihazırda değinmişken ilgili görüşlerini de merak ediyorum açıkçası. Gezi sürecini, bir müzisyen olarak nasıl değerlendirdin?

Enteresan bir süreçti diyebilirim. Benim bildiğim kadarıyla dünyanın hiçbir yerinde bir mimari projeye karşı başlayıp bu denli büyüyen bir halk hareketi yaşanmadı. Hele bir de; İstanbul’un profilinin acımasızca değiştiği son 10-15 yılı düşünürsek; Gezi Parkı’ndan başlayan bir olayın büyümesi ayrıca beni şaşırttı da. Evet, Gezi Parkı önemli bir buluşma noktası ve şehrin nefes aldığı bir yer; ama bugün Anadolu yakasına geçtiğimizde, en olmadık yerlere 40 katlı binaların dikildiğini hepimiz görüyoruz. Demem o ki; biz şehrimizi ne kadar koruyabildik ki; konu bu kadar büyüyebildi Gezi’de? Tüm bu sürecin en önemli yansıması buydu bana göre. Bu hareketin büyümesi ve tüm ülkeye yayılması ise gerçekten incelenmesi gereken bir durum. Kendimi özgürlükçü olarak tanımlarım ve Gezi’ye dair söyleyebileceğim en temel şey; başınızdaki iktidar kim olursa olsun, nasıl bir rejimle yönetiliyor olursanız olun eğer insanlar özgürlüklerinin kısıtlandığını hissederlerse bir mimari projeden doğan tepkinin bu şekilde büyüdüğüne tanık olursunuz. Bir sanatçı olarak özgürlüklerin kısıtlanması bana doğru gelmiyor.

- Son sorum: Youtube’da yer alan kimi kliplerin tıklanma sayılarındaki manipülasyon iddiaları malum. Sence durum ne kadar vahim?

Konunun teknik boyutunu tam olarak bilmiyorum; ama bir manipülasyon söylentisi kulağımıza geliyor. Kimi kliplerin, Youtube’daki tıklanma sayılarına dair bir takım söylentileri ben de duydum. Bu konuda yurtdışında şöyle bir çalışma var: Örneğin herhangi bir parça 30. saniyesinden sonra kapatılıyorsa, bir tıklanma olarak istatistiklere yansıtılmıyor. Türkiye’de bu uygulamanın zaman eşiği nedir? 5 saniye mi, 10 saniye mi ya da böyle bir eşik hiç yok mu, gibi sorulara cevap bekliyoruz elbette. Ayrıca milyonlarca kaçak tıklanma sayısının varlığından bahsediliyor. Bu; hangi amaçla, kimlerin organizasyonunda ve nerelerde yapıldı. Az bir rakam değil bu. Milyonlarca tıklanmadan söz ediyoruz. Şimdi burada Müyap’ın nasıl bir yol izleyeceği ve bu iddialara karşı yapacağı açıklamalar önemli. Öte yandan bu meseleyi yalnızca Youtube ile sınırlı tutabilir miyiz? i-Tunes’da, ttnet’te ve diğer yasal dinleme merkezlerinde durum nedir, bunları da incelemek gerekiyor bana kalırsa.

Twitter / @BekirzgrAybar

bekirozguraybar@hotmail.com