12.01.1997 - 00:00 | Son Güncellenme:
BİR insan için, olgunluğun, pişkinliğin en değerli göstergesi, hatasını, yanlışını hiçbir komplekse kapılmadan kabul etmektir. Yanlışta ısrar etmek, çiğliğin, hamlığın, kendine güvensizliğin şaşmaz belirtisidir. Tam bir feodal tavırdır. Birçok insan, yanlışları belgeleriyle kanıtlandığı halde, bunu kabul etmeyi gururlarına yediremezler. Hele özür dilemeyi asla içlerine sindiremezler. Özür diledikleri takdirde küçüleceklerini sanırlar. işte bu tutum onları feodal zihniyetin kucağına iter, dediğim dedik dayatmasına götürür. Böyle insanlarla geçinmek, olumlu ve yararlı ilişkiler kurmak ve sürdürmek, imkansız denecek derecede zordur. Ancak tek taraflı, büyük bir özveri ile bu mümkün olabilir ki, bunun da nereye kadar gidebileceğini kimse kestiremez.
Hatada direnmek, özür dilemekten kaçınmak olumsuzluğu madalyonun bir yüzüdür. Madalyonun diğer yüzünde, özürleri kabul edip bağışlamama olumsuzluğu bulunmaktadır. Bazıları, bağışlama, hoşgörme olgunluğunu ve büyüklüğünü gösteremezler. Bu da, hatada ısrar kadar hatalı bir davranıştır. Böyleleri, "Eğilen baş kesilmez", "Yerdeki yüze basılmaz" anlayışından habersizdirler.
İslam dini, bu iki tavra da karşıdır. Yanlışını kabul edip bunun için özür dilemek de, bu tutumu ortaya koyanı bağışlamak da olgun Müslüman olma işareti sayılmıştır. Peygamberimiz olaya çok geniş açıdan bakmıştır. "Benim ümmetimden unutmanın ve hata etmenin hükmü kaldırılmıştır" hadisi bu bakışın ürünüdür. Şu hadis de konuya ilişkin bir suçlamayı içermektedir: "Sizin içinizde en kötüler, hata ve mazeret kabul etmeyenler, kusurları bağışlamayanlardır".
Hata ve mazaret konusunda herkes şöyle veya böyle davranabilir. Ama "Müslümanım" diyen kimse bu hususta mutlaka belli bir olgunluğu yansıtmak zorundadır.
KISSADAN HİSSE
17. yüzyıl başlarında, I. Sultan Ahmet'in padişahlığı sırasında, İstanbul'un Kısıklı semtinde, Salim Baba namında bir testici yaşıyordu. Dürüst, namuslu, dindar bir kişi olan Salim Baba, çevresinde hayırseverliği ile tanınıyor, son derece sevilip sayılıyordu.
Salim Baba, bir cuma günü, cuma namazına hazırlanmak için aptest almış, iş kıyafetini çıkarıp temizleri giydikten sonra Üsküdar'daki İskele Camii'ne gitmek üzere dışarı çıkmıştı. Tam bu sırada, 8 - 10 yaşlarında bir kız çocuğunun hıçkıra hıçkıra ağladığını duydu. Hemen çocuğun yanına yaklaşıp sordu:
- Yavrum, ne oldu, niçin ağlıyorsun?
Kız ağlayarak cevap verdi:
- Üvey annem beni testiyle suya göndermişti. Fakat testi elimden düştü ve kırıldı. Üvey annem testiyi kırdım diye beni dayaktan öldürür. İşte bunun için ağlıyorum.
Salim Baba, bu durumdaki bir çocuğa ilgisiz kalacak biri değildi. "Ağlama kızım, her şeyin bir çaresi vardır, gel benimle" diyerek kızı dükkanına götürdü. "Bak" dedi, "bu testilerin içinden senin kırdığın testinin aynısını bul al". Kız, yüzlerce testinin içinde kendi testisinin benzerini aramaya koyuldu. Yarım saate yakın bir aramadan sonra kendi testisinin aynısını buldu. Bulmasıyla birlikte bir sevinç çığlığı attı. Salim Baba, testinin bulunmasına kendisi de çok sevindi: "Hadi yavrum, bu testiyi doldur ve hiçbir şey olmamış gibi evine götür" dedi. Tabii bu arada cuma namazının da vakti geçmişti. Ta Üsküdar'a camiye yetişmesi imkansızdı. O da dükkanında kalıp öğle namazını kıldı ve işine devam etti. Bu sırada Üsküdar'a cuma namazına giden çevre esnafı birer ikişer dönmeye başladılar. Salim Baba'nın dükkanını açık görünce "Bu adam demek ki bugün camie gitmedi, alışveriş daha tatlı geldi" diye dedikodu yaptılar.
Ertesi hafta yine cuma günü, cuma namazına gitmek için hazırlanırken içeri soluk soluğa bir delikanlı girdi. "Aman Salim Baba! Düğünümüz var, ben damat adayıyım, çeşmeden doldurup at arabasıyla düğün evine getirmekte olduğumuz testiler, atların ürkmesi sonucu bir tane bile sağlam kalmadan kırıldı. Düğün evi susuzluktan Kerbela gibi. Bana şuradan acele otuz - kırk tane testi seçiver..." diye yalvardı. Salim Baba böyle bir duruma da ilgisiz kalamazdı. "Elbette evladım!" diyerek işe koyuldu. Birlikte iyilerinden otuz - kırk testi seçtiler. Dışarı çıkarıp arabaya yüklediler. Bu da yaklaşık bir yarım saate maloldu. Bu yüzden Salim Baba bu hafta da cumayı kaçırdı. Allah biliyordu ki, Salim Baba'nın amacı bu cuma saatinde para kazanmak değildi. Amaç zor durumdaki insanlara yardım etmekti. Çevre esnaftan camie gidenler yine birer - ikişer dönmeye başladılar. Salim Baba'nın dükkanı yine açıktı. Bu defa Salim Baba'ya duyuracak şekilde seslerini yükselterek dedikoduya başladılar. Salim Baba, vicdanen rahat olmasına rağmen üzülüyordu. Salim Baba'nın bu üzüntüsü, devrin en büyük alim ve evliyası olan Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri'nin, Üsküdar İskele Camii'nde yaptığı bir vaazdan sonra sözü Salim Baba'ya getirip ondan övgüyle bahsetmesine kadar sürdü. Salim Baba'nın alışveriş hırsıyla ibadeti, itaati ikinci plana ittiği dedikodusunu yapanlar yanlış içinde olduklarını anladılar. Salim Baba, hiç tanışıklığı olmayan Aziz Mahmud Hüdai'nin kendisinden övgüyle bahsetmesini onun kerametlerinden birisi ve yaptığı işin de Allah katında makbule geçtiğinin bir işareti saydı.
BİR GÖRÜŞ BİR DÜŞÜNCE
Kendimi kaptırmamaya çalıştığım çocukça, yakışıksız bir huyumuz vardır: Dertlerimizle dostlarımızı acındırmak, kendimize vah vah dedirtmek. Başımıza gelenleri büyütür, şişirir karşımızdakini ağlatmak isteriz, neredeyse. Başkalarını kendi dertleri karşısında soğukkanlı gördük mü överiz, ama soğukkanlılığı bizim dertlerimize karşı gösterdiler mi darılır, kızarız. Dertlerimizi anlamaları yetmez, yanıp yakınmalarını isteriz. Oysaki insan sevincini büyüterek anlatmalı, üzüntüsünü kısaltarak. Kendine yok yere acındıran, gerçekten dertli olunca acınmamayı hak eder. Durmadan vahlanan kimse vahlanılmaz olur. Kendini canlı iken ölü göstereni, ölü iken canlı görebilir herkes. Öylelerini gördüm ki, eş dost kendilerini gürbüz, keyifli görecek diye ödleri kopar, iyileşmiş sanılmamak için gülmelerini tutarlardı. Sağlık, kimseyi acındırmadığı için, nefret ettikleri bir şey oluyordu. İşin tuhafı, bu gördüğüm kimseler kadın da değildi.
Montaigne, Denemeler
DİNİ BİLGİLER
ÇOĞUL bir sözcük olup, arkadaşlar, dostlar demektir. Tekili sahiptir. Ashabın terim anlamı, Peygamberimiz Hz. Muhammed'i peygamberliği döneminde Müslüman olarak gören ve Müslüman olarak ölen kimse demektir. Bu anlamda olmak üzere on binlerce kişi ashabın kapsamına girmektedir. Gerçekten mümin olarak Hz. Peygamberi gören, onunla konuşan, meclisinde bulunan on binlerce kişi söz konusudur.
Müslümanlığın tarihinde sahabenin yeri çok büyüktür. Allah'ın Resulü'nü bizzat görmek, onun söz ve davranışlarından feyz almak çok yüce mazhariyetler olarak değerlendirilmektedir. Peygamberimiz kendileri ashabını övmüş, onlar için lütufkar sözler söylemiştir: "Bir kimse Uhud Dağı kadar altını sadaka olarak dağıtsa, ashabından birinin ulaştığı dereceye yine ulaşamaz" bu sözlere bir örnektir. Dinimizde evliya, Allah dostlarının, Allah'a en samimi bağlılıkların genel adıdır ve hürmete layık kimseler olarak değerlendirilirler. Böyle olduğu halde sahabenin derece bakımından en altta olanı, evliyanın en büyüğünden daha büyük olarak değerlendirilir.
Büyük velilerden Hasan Basri, sahabe için, "Siz onları görseydiniz deli derdiniz (İslama bağlılıklarını, bu uğurda gösterdikleri fedakarlıklarını aklınız almazdı), onlar da sizi görselerdi. `Bunlar ne biçim Müslüman derlerdi?' (Müslümanlığınızı beğenmezdi)" demiştir.
Ashab kelimesi, genel olarak tek başına söylenmeyip "ashab - ı kiram" şeklinde hürmet ifade eden bir terkible telaffuz edilir.