Editörün Seçtikleri Uğur Mumcu olayı

Uğur Mumcu olayı

14.05.2000 - 00:00 | Son Güncellenme:

Uğur Mumcu olayı

Uğur Mumcu olayı


ÖRSAN K. ÖYMEN


       Güvenlik ve istihbarat birimlerinin bu yazıyı okumasını rica ediyorum!
       Bu köşedeki yazılarda, yaşadığım konulara yer vermekle birlikte, kişiselleştirilmiş bir anlatım biçimi kullanmamaya çalışıyorum. Ancak bugün, belki Uğur Mumcu konusunda çok dolu olduğum için, belki de soruşturma sürecinde küçük çapta yarar sağlayabileceğimi düşündüğüm için, ister istemez kişiselleşeceğim. Ayrıca bugün, geleneğin dışına çıkarak, üç ayrı konuda üç yazı yazmak yerine, sadece bir konuda yazacağım.
       Uğur Mumcu aile dostumuzdu. Rahmetli babam Örsan Öymen ile tanışıklıkları eskilere uzanır. Örsan Öymen ile Uğur Mumcu, ayrı gazetelerde çalışmalarına rağmen, birçok konuda paslaşıp, araştırmalarını ortaklaşa yürütmüşlerdi. Bana göre onlar, Türkiye’nin gelmiş geçmiş en iyi iki araştırmacı gazetecisi ve köşe yazarıydılar. Bugün ikisi de yaşamıyor. İşin kötüsü, düşünceleri ve ilkeleri de can çekişiyor.
       Uğur Mumcu ile ilk defa çocukluğumda tanıştım. Yıllar sonra, 1992’de, Milliyet’in Ankara Bürosu’nda muhabirlik yaptığım sırada yine karşılaştık. Aile fertlerini saymazsak, gazetecilik konusunda görüşlerine başvurduğum ve güvendiğim tek kişi odur. Üstelik o yıllarda, yazılarını düzenli olarak okuduğum tek kişi de yine oydu.
       Evinde buluştuğumuz zaman, basın dünyası, siyasal gelişmeler, yaptığı araştırmalar konusunda sohbet eder, bu arada babamla yürüttüğü paslaşma oyununu da sürdürürdük. Gençleri seven, gençlere güvenen birisiydi. Bu konuda hiçbir kompleksi yoktu. Hatta kendisine verdiğim bir dosyayı köşesinde yazmış, o gün köşenin tamamını bu konuya ayırmıştı.
       Cumhuriyet’ten ayrılıp Milliyet’e geçtiği zaman daha sık görüşür olduk. Evlerimiz çok yakın olduğu için, denk geldiği zamanlarda, beni eve bırakmayı önerirdi. Hemen ardından da, “Ben arabayı çalıştırayım, sen arkadan gel" diye ekler, ben çantamı toparlayıp aşağı inene kadar da arabayı çalıştırmış olurdu. Ancak bir keresinde, “Ben zaten hazırım, beraber çıkalım" dememe rağmen, arabaya önden gitmek konusunda ısrar edince, bir gariplik olduğunu anladım: Uğur Mumcu tehdit alıyordu ve kendisine karşı suikast düzenleneceğini tahmin ediyordu. Bu nedenle arabasına binenleri korumak istiyordu. Nitekim beni evime bırakırken kullandığı mavi renk Renault marka araba, aradan fazla süre geçmeden, ona mezar oldu. Uğur Mumcu’nun öldürülmesi üzerimde tam bir şok etkisi yaratmıştı. Üzüntüden zona hastalığına yakalandığımı ve sözcüğün tam anlamıyla yıkıldığımı hatırlıyorum.
       Tarih 22 Ocak 1993. Günlerden Cuma. Yanlış hatırlamıyorsam, o gece Ankara’da korkunç bir sis vardı. İki metre ötesi bile görünmüyordu. (Sadettin Tantan’ın, bunu doğrulamak ya da yanlışlamak için, o günün meteoroloji kayıtlarını incelemesini öneririm. Ben bunu yaptım: Meteoroloji Genel Müdürlüğü AraştırmaBilgi Daire Başkanlığı, 22 Ocak 1993 Cuma gecesi Ankara’da sis olduğunu kayıtlarına bakarak doğruladı). Uğur Mumcu 23 Ocak Cumartesi günü arabasını kullanmadı. 24 Ocak Pazar günü öğlen saatlerinde arabaya bindi ve bomba infilak etti. Benim yıllardır tahminim, bu bombanın, sisin indiği Cuma gecesi veya o günü Cumartesi’ye bağlayan geceyarısı yerleştirildiği yönündeydi. Nitekim geçen haftanın başında, sanıklardan birisinin, bombanın patlamadan birkaç saat önce arabaya yerleştirildiğini söylediğine dair haberlere rastlayınca, ifade ya da ifade olduğu söylenen şeylerde bir sorun olduğunu düşündüm. (Bu arada, haberlere göre, sanıklardan Yusuf Karakuş’un, eylem anında polis kulübesindeki polis memurlarını oyaladığını söylemesine rağmen, polis memurları Kemal Akgün ile Remzi Kahraman’ın böyle bir şey hatırlamadıklarını açıklamaları da ayrı bir tartışma konusu).
       Olay yerini bilenler dediğimi anlayacaklar: Bir pazar günü, gündüz vakti, üstelik hava açıkken, bir yanında taksi durağı, bir yanında polis kulübesi, karşısında onlarca apartman dairesi olan bir yerde, ayrıca insanların, perdeleri açık camlardan birkaç metre ötedeki arabanın olduğu yeri gördüğü bir ortamda, bu arabanın altına bomba yerleştirmek, çok güç ve riskli bir iştir. Ben hiçbir profesyonel teröristin böyle bir riske gireceğini sanmıyorum.
       Daha yüksek olasılık, Uğur Mumcu’yu öldürenlerin, kendisini düzenli olarak gözlemiş olmaları ve cuma gecesi ya da geceyarısından sonra sis indiği anda, bunun en iyi zaman olduğunu düşünerek, bombayı, kimseye görünmeden, kolaylıkla yerleştirmiş olmalarıdır. Nitekim geçen hafta, ifadelerin basına yansıyan biçiminde değişiklik meydana geldi ve bombanın pazar değil, önce cuma gecesi sonra da cumartesi sabahı yerleştirildiği bildirildi. (Bombanın ne zaman yerleştirildiği konusunda farklı iddiaların ortaya çıkması ciddi sorundur. Sadettin Tantan’a önerim, sanıkların gerçek suçlular olup olmadıklarını ve/veya başkalarını korumaya çalışıp çalışmadıklarını anlamak için, olay yerinde bulundukları gün ve saatlerdeki hava durumunun da sanıklara sorulmasını sağlamasıdır).
       Bu arada, yine yüksek olasılık, katillerin, belki günler, belki haftalar, belki de aylar süren bu gözlem işini, Uğur Mumcu’nun evinin hemen karşısındaki camii inşaatının içinden yürütmüş olmalarıdır.
       Suikastten birkaç gün sonra, o zaman inşaat halinde olan bu caminin içini saatlerce incelemiştim. Burası Uğur Mumcu’nun evini tepeden olduğu gibi gören, üstelik de içinde saklanması çok kolay bir mekandı. Camiin altında oturan Hikmet Aydın adlı imam, güvenlik ve istihbarat birimlerinin kendisinin ifadesini alıp almadığını sorduğumda, böyle bir şey olmadığını, sadece ayaküstü birkaç soru sorduklarını söylemişti. (Ayrıca, aradan haftalar geçmiş olmasına rağmen, güvenlik ve istihbarat birimleri, olay yerinin hemen yanındaki taksi durağında çalışan kişilerin ifadelerini de almamıştı. En azından taksicilerin bana söylediği buydu.)
       Dikkatimi çeken başka bir şey, camii inşaatının içinde, bir masa bir sandalye, üzerinde Arapça ve Türkçe yazılı tabela ve kağıtların bulunduğu, “Salih Tercüme" adlı bir büronun bulunmasıydı. Doğrusu, inşaatı bitmemiş, duvarları boyanmamış, kaloriferi olmayan bu soğuk mekanda bir tercüme bürosu biraz garibime gitmişti. Caminin imamı Hikmet Aydın, büronun Salih Kasapoğlu adlı birisine ait olduğunu ve bir hafta kadar önce Suudi Arabistan’a gittiğini söylemişti.
       Bu arada camiyi yaptıran “İnanç ve Eğitim Vakfı" Başkanı Memduh Erdemir de, güvenlik ve istihbarat birimlerinin kendisinin ifadesine başvurmadığını, camii inşaatının ustabaşı Asım Gülsüz’ün ise uzun süredir Yalova’da bulunduğunu söylemişti. (O dönemlerde İranlı casusların Yalova’da cirit atmasıyla bu kişinin Yalova’da bulunmasının bir tesadüf olup olmadığını güvenlik ve istihbarat birimleri araştırdılar mı bilmiyoruz.)
       Son olarak, işin belki de en garip yönü, 22 Ocak Cuma gecesi evden çıkıp yürüyüşe çıkmış olmamdı. Üstelik, Uğur Mumcu’nun evinin çok yakınlarında yürüdüm. Belki birkaç saat, belki birkaç dakika farkıyla, sislerin içinde, ben katilleri, katiller de beni ıskaladı. Kimbilir?
       Birileri bilmeli!

       (Not: Bu yazının baskıya girdiği 13 Mayıs 2000 Cumartesi sabahından sonraki gelişmelerin, tahminlerimizi ya yanlışlamasını ya da doğrulamasını ümit ediyoruz. Yeter ki bir gelişme olsun, bulanıklık ortamından çıkılsın!)

Yazarlar