Sinematik deneylerden uzak, en yalın haliyle bir dostluk hikayesi. İzleyiciyi ağır ruhsal çalkantılarla sallayan, kendi takıntı ve ilişkileri üzerine düşünmeye iten. Özgül kültür, evrensel yankılar.
İki genç erkek arasındaki şiirsel ve durgun ilişkiyi anlatan bir film Reprise. Hüzün ve sevincin inanılmaz doygunlukta bir karışımı, bir arkadaşlığın her zaman yaşayabileceği tehlike ve ümitlerle ilgili…
Sinematik deneylerden uzak, en yalın haliyle bir dostluk hikayesi. İzleyiciyi ağır ruhsal çalkantılarla sallayan, kendi takıntı ve ilişkileri üzerine düşünmeye iten. Özgül kültür, evrensel yankılar.
Çocukluk arkadaşı olan Erik (Espen Klouman-Hoiner) ve Phillip (Anders Danielsen Lie), her ikisi de yazardır ve hayran oldukları kült yazar Sten Egil Dahl (Sigmund Sæverud) kendilerine seçtikleri rol modeldir. Film, ikisi de bir posta kutusunun başındayken açılır, ellerinde yayınevine yollamak üzere oldukları romanları.. Aynı hayalleri kuran iki arkadaş yola beraber devam edebilecek midir yoksa bu bir film kurgusu için yeterli malzemeyi vermez mi?
Genelde neler döndüğü çok açık değil ama bu iyi bir şey, durgunluğa rağmen izlemeye devam etmenizi sağlayan bir merak büyütüyor içinizde. Zaman akışkan, yön değiştirebiliyor ya da boğazınıza takılabiliyor. Anlar karanlık bir gökyüzünde aniden parlayıp kayboluyor. Bazen görüntüler ile diyaloglar birbirinden tamamen bağımsız sunuluyor. Bazen az önce izlediğinizin gerçek olmadığını anlamanız güçleşiyor; tüm o fikirler, umutlar, dilekler.. Film biraz oyunbaz, seyircinin izlemekten fazlasını yapmasını istiyor. Hislerinizi çomaklıyor!
Karakterlerin uysal özüne iniyorsunuz çünkü Erik ve Phillip ya umutla geleceğe bakıyor ya da küçümseme ile geçmişe... Filmde şimdiki zamana değinilmiyor. Aktörler profesyonel değil ve bu filmin hüzünlü kalitesini vurgulayan çalışılmamış doğallığı da beraberinde getiriyor.
Hareketlenme Phillip’in Kari (Viktoria Winge) adındaki kızla tanışıp ve aşık olması ile hareketleniyor. Adam kızı gerçekten seviyordur ama ilişkiyi yaşama şekli saplantılı bir hal alır ve kendisini hastanede bulur. Kari de onu seviyordur ama kendisine yaptıkları yüzünden ve bu duruma bulunmuş olabileceği katkı yüzünden aynı zamanda nefret de ediyordur.
Erik, bir yandan ret edilen romanı üzerinde çalışmaya devam etmekte ve yayıncının önerdiği isim değişikliğini şiddetle geri çevirmektedir.
Geri kalan zamanlarını sigara içerek ve punk rock dinleyerek geçirirler. Arkadaşları ile deniz kenarında vakit geçirirken Paris’i düşlerler, bir yazarın düşlediği bohem hayatı yaşayabileceği büyülü şehri. Halbuki ne fantastik ne büyülüdür, sadece başka bir yerdir. Yaşadıkları Oslo dışında bir yer. Erik ve Phillip’in kitaplar sayesinde, seyahat ve müzik yoluyla hoşnut olmadıkları hayatlarından kaçmayı düşündükleri şehir ama aynı zamanda onları tutsak alan şehir. Kimliğinden kaçamaz ki insan, doğduğu şehir tarafından ise asla terk edilmez.
Belirsiz, rüya gibi kurgu hikayeyi doğal bir şekilde bitirmek için arayış içinde iken aslında gerçekten bitmemesine sebep oluyor. Duruyor anlatım, çekmecede yarım bırakılmış bir günlük gibi…
Filmde, yönetmen Trier’in kendisinin de büyük bir hayranı olduğu punk rock müziğin rolü büyük. Diyaloglara nüans katıyor, Erik ve Phillip tarafından paylaşılan sessizlikler bir arabanın acı feryadı ya da bir Joy Division şarkısının titrek notları ile kırılıyor.
Anlaması zor bir film değil, başladığında bu hissi uyandırsa da... Sadece paylaşmaktan kendinizi alıkoyamayacağınız bir sır gibi...