ÇEKMECELERİ AÇ VE FERAHLA!

Bir kuş kadar özgür olmak için ne yapmanız gerek hiç düşündünüz mü? Düşünenler vardır elbet. Ama biz düşünmeyenler için şunu söyleyelim: Beyninizde sizi kemiren tüm negatif etiketleri, asla bir yerde kilitlemeyin, yoksa o etiketler ömür boyu sizin bir parçanız haline gelirler. Nasıl ki kuşu kafesinden salıyorsanız, onları da salıverin gitsin! Gerçekler acıtır bunu hepimiz biliyoruz, ama o gerçekler bir gün bizi bulacak. Nereye kadar kaçabilirsiniz ki? Bunu güzel bir biçimde anlatan “Çekmeceler” Türk Sineması için çok değişik bir iş. Olumlu ya da olumsuz referansları ile izlenmeyi hak ediyor.

Haberin Devamı

Kafamızda bir sürü çekmece vardır. Bu çekmeceleri şu şekilde sıralayabiliriz: kariyer, hayat, yetenek, ardiye olarak kullandığımız bir depo, kilitli ve tamamıyla boş bir çerçeve… Tabi çekmecelerin isimlerini siz kendine göre değiştirebilirsiniz, ama değiştiremeyeceğiniz tek bir çekmece var, o da hayat! Boş kalan çekmece ilerleyen yıllarda kâbusa dönüşebilir. O boşlukları tamamlamak için geçmişe dönerek, oradaki verileri değiştirmek ise, kelebek etkisine neden olur.

Peki, bu çekmeceleri neyle açacağız? Beynimizdeki hayali anahtarlar ile… Eğer çekmecelerinize bazı gizli bilgilerinizi ya da anılarınızı sakladıysanız o zaman çekmeceleri açmaktan korkarsınız, ama çekmeceleriniz tertemizse korkacak bir şeyiniz yoktur. Tabi bazen de çekmeceler tozlanmasın diye açıp tozunu almanız da yararınıza olacaktır. Tamam, iyi hoş da, ya kapalı çekmecelerden çok sıkıldıysanız, içindekileri serbest bırakmak istiyorsanız o zaman ne olacak?

Tam da burada devreye “Çekmeceler” filmi giriyor. Çekmecelerini bir türlü açmak istemeyen EMDR (Psikotravmatoloji dalına bağlı bir ruhsal tedavi) hastası Deniz, geçmiş ve bugün arasındaki ince bir çizgide, hayaller âlemine dalıyor. Flashback ve flashforwardlar ile Deniz’in karmaşık dünyasına bizi davet eden film, aynı “Zenne”de olduğu gibi şaşalı yaşamın ve kostümlerin zamanla insanı tüketeceğine karşı sıkı bir eleştiride bulunuyor.

ÇIKMAZ SOKAKLARDAN ÇIKIŞ YOK!

Tabi her şey bu kadar basit değil. Teatral bir hikâye çerçevesi içinde form kazanan film, ataerkil düzenin getirdiği sıkıntıları ve pürüzleri iyice yüzeye çıkartarak, erkek hâkimiyeti altında kalan kadınların konumlarını belirliyor. Bu düzene karşı çıkan Deniz, bambaşka bir yola sapıyor. Kafasında öyle bir sanal dünya inşa ediyor ki, o dünya aynı David Lynch filmlerinde izlediğimiz dünyanın kardeşi sanki… Hayal gücümüzü sonuna kadar kullanmamız gerektiğine dikkat çeken film, gerçek ve hayal arasındaki gri alanda gezinen karakterlerin (en çok da Deniz) çapraşık fikirlerini olduğu gibi perdeye yapıştırıyor. Caf caflı ve karanlık yaşamın sorunları ile bizi yüzleştiren film, travmatik problemlerin insanın benliğini nasıl ele geçirdiğini tahlil edip, kendi özümüzle baş başa bırakıyor bizi. Filmde o kadar çok çıkmaz sokak var ki, hangi sokağa girerseniz girin oradan çıkış yok!

Haberin Devamı

David Lynch filmlerinden gördüğümüz görsel esintiler-özellikle cüce karakteri-“Çekmeceler”deki hayal dünyasında yaşayan karakterler ile özdeşlik kuruyor. Film biraz “Mulholland Drive”, biraz da “Blue Velvet” gibi…

Haberin Devamı

Hatırlarsanız “Mulholland Drive”da hayallerinde kaybolan başkarakter ünlü olmanın yollarını arıyordu ve hatta hafızasını yitiriyordu. Hatta filmde kutular ve kutuları açan anahtarlar da vardı. Çekmeceler bu yönüyle “Mulholland Drive” filmini andırıyor.

“Blue Velvet”da ise şarkı söyleyen Isabella Rossellini’nin çoğu zaman giydiği mavi kadife kostümü… “Çekmeceler” filminin temasının (mavi ışık sahnesi, hastane koridorları, mitolojik teatral sahne, bazı mavi giysiler ve aksesuarlar) mavi oluşu “Blue Velvet” filmine bir atıf niteliği taşıyor sanki…

Çağdaş argümanlar post-modernizm üzerinden giden film, David Lynch’in mistik öğeleriyle, hikâyeyi ve içeriği güçlendirerek, tiyatro ile oyunculuk arasındaki farka parmak basıyor. Puzzle-vari manevralarla bilinmezliğe karşı vurgu yapan yönetmenler M. Caner Alper ve Mehmet Binay, psikolojik teknikleri hikâyeye oturtarak metaforları burnumuzun dibine dayıyorlar ki, onları sorgulayıp irdeleyelim.

SHAKESPEARE TAKINTILI BABA

Buradan hareketle; çağdaş sanatı reddeden ve William Shakespeare’e kafayı takmış takıntılı bir babanın, kızı Deniz’e sürekli oyuncu ol diyerek, onu tam tersine fahişeliğe doğru itmesi yenilir yutulur cinsten değil! Kızının ne istediğinin hiçbir önemi yok. İşte bu da Deniz’in çekmecelerinin bir bir kapanmasına sebebiyet veriyor. Deniz de bu yüzden kendine ait bir yaşam alanı oluşturuyor. Aile olgusuna daha fazla eğilmek gerektiğini savunan film, baskıcı toplumlardaki sorunları hayaller üzerinden aktarıyor. Kadınları ezmeye çalışan sadistik bir babanın, hegemonyasını her açıdan değerlendiren film, kadınlara karşı ikinci sınıf muamelesi yapılmamasını karmaşık bir yoldan ortaya koyuyor ki, filmin zorlayıcı tarafı ön plana çıksın. Zorluklarla mücadele eden kadınları, zor bir filmle baş başa bırakan yönetmenler, her daim kapalı olan pandora’nın kutusunun sonsuza kadar açık kalmasını istiyorlar. Film içinde film, tiyatro içinde tiyatro, hikâye içinde hikâye anlatan yönetmenler, sıradan bir Türk filmi yapma zincirini kırarak, teorilerle dolu karma bir film yapmayı ön görmüşler belli ki… Gerçekleri tiyatro üzerinden anlatan filmin, teorileri tiyatro sahnelerindeki bölümlerden aktarıyor oluşu da cabası!

LABİRENTİN İÇİNDE DÖNÜP DOLAŞAN KARAKTERLER

Tüm bunlar bir kenara, filmin asıl olayı karakterlerin seyirciye verdiği derin mesajlar… Ama karakterler biraz havada kaldığı için, mesajlar da havada kalmış oluyor. Melankolik havasıyla Pedro Almodovar sinemasını hatırlatan film, melodram unsurunu hikâyenin omurgasına yaslayarak, karakterleri tamamen Almodovarlaştırıyor. Yalnız, karakterler üzerinde daha fazla çalışılsaymış daha yerinde olurmuş. Film; hikâyesi ve içeriği ile David Lynch’e, karakterleri ile de Pedro Almodovar’a benziyor. Tam bir tür kırması!

Başka bir ifadeyle; bir labirentin içinde dönüp dolaşan karakterlerin, çıkış yollarının kapatılması üzerine kafayı sıyırmaları ve buna neden olan olaylarla boğuşmaları filmin ana eksenini oluşturuyor. Freud’dan izler taşıyan hikâyedeki karakterler aslında Freud’un dünyasının belli başlı parçaları… Karakterlerin şüpheci yaklaşımları, mutsuzlukları, hayal kırıklıkları ve üzüntüleri onları depresyona doğru sürükleyerek, kendi kimliklerini yitirmelerine neden oluyor. Yitirilen kimlikle bir insan nasıl yaşar ki? Zaten bu sorunun cevabı filmde etraflıca inceleniyor. Bu yönüyle film çok anlamlı, ama filmde çok fazla detay var, bazen o detayların orta noktada birleşemiyor oluşu, filmin yer yer dağılmasına neden oluyor. Buluş orijinal ama Türk insanına biraz ağır gelebilir, çünkü Türk insanı zor anlaşılan filmleri sevmez. O halde bu film için bir buluş ya da yenilik filmi diyebilir miyiz? Kesinlikle! Didaktik dersler veren film, insanların adeta bir pamuk ipliğine bağlı olduğunu dile getirerek, acının çok derinlerde bir yerde gömülü olduğunu ve acıdan kurtulmak için de zihnimizi serbest bırakmamızın doğru olduğunu savunuyor. Bir bakıma öyle…

GÖRSEL İÇERİKLİ BİR TEZ GİBİYDİ

Filmin teknik özellikleri ise şunları söyleyebiliriz: ‘3 act’(perde) sistemine göre çekilen filmin sekansları biraz uzun olduğu için sıkıntı yaratıyor. İdeali 90 dakika olan ‘3 act’ sistemi günümüzde 120 dakikaya kadar çıkabildiği için “Çekmeceler” bu sınırlar içinde kalmaya özen gösteriyor. Sanki bir sürü filmin birleşiminden oluşan “Çekmeceler” biraz ağır ilerlediği için seyirciyi yoruyor, geçişler de kopuk kopuk olunca teknik sıkıntılardan kurtulamıyor film. Kurgudaki sıkıntılardan hiç bahsetmiyoruz bile… Eğer tüm bunları görmezden gelirsek, filmi farklı gözlerle yorumlayabiliriz. Hatta üzerinde saatlerce, haftalarca ve senelerce konuşulacak bir film olduğundan dahi bahsedebiliriz.

Netice? Ülkemizde kökleşen muhafazakâr toplum yapısı nedeniyle “Çekmeceler” filmini yapan yönetmenler, kadına ait cinselliğin ve özgürlüğün saptanması adına güzel bir yol çizdi. Bunun üzerine de şunu vurgulamak istediler: “Çekmeceler açılsın ki, kadınların iç dünyasını keşfedelim.” Bunların yanı sıra film, gerçeküstücülük akımıyla ve mitolojik göndermeleriyle, karakterlerin sıradışı düşlerini yansıtarak, renkli bir pencereden bakmalarını istedi, ancak bu pek mümkün olmadı. Aslında film görsel içerikli bir tez gibiydi.