THE GİVER: YENİDÜNYA KRALLIĞI

Duygusuz dünyada, duyguları yeniden inşa etmeye çalışan anarşist kahraman Jonas’ın sisteme karşı verdiği mücadeleyi, hem sistemin hem de Jonas’ın gözünden anlatan “The Giver” psikolojik ve psikanalisttik kuramları deformasyona uğratarak kendi kurallarını dayatıyor. Zeki olan insanların seslerini çıkardıkları için fazlalık olduğuna inanan film, koyunlaşan yeni insan ırkının robot edasıyla hareket ediyor oluşlarını hikâyenin göbeğine yerleştiriyor.

Temiz ve düzenli bir toplum kurabilmek adına, geçmişinizde yaşadığınız felaketlerin/kötülüklerin silindiğini ve bununla beraber sevginin de kaybolduğunu, şöyle bir gözünüzün önünden geçirin, ne hissediyorsunuz? Çok acı verici değil mi? “The Giver” filminde aynen bunlar meydana geliyor. İnsana dair olan biteni götürenler (yeni düzen sahipleri), insanları ilaçla uyutup, anılarını silerek yeni-dünya formu oluşturduklarını sanıyorlar ancak bir yerde feci çuvallıyorlar, çünkü bunları yapabilmeleri için beyinlerinin çürümüş olması gerek! Demek ki çürümüş…

Haberin Devamı

Unutulmaması gerekir, anılar silinirse duygular da işlemez, yani film bu noktada “işleyen demir ışıldar” mantığını alabora ediyor ki, melankoli ortaya çıksın. “İnsanı ayakta tutan sevgidir”, “mükemmel aranmamalı,” “kusurların gizlenmesi zordur”, “her şeyi olduğu gibi kabul edin” tarzında özlü cümleleri, hikâyenin aralarına sıkıştıran yönetmen Phillip Noyce, didaktik ve felsefik söylemleriyle izleyiciye adeta ders vermeye çalışıyor. Araya biçimsel etnolojik yapıları yerleştiren yönetmen, ‘distopik kişisel dönüşüm’ teması altında oluşturduğu, alt metinleri ve görsel sahneleri distopya ile kuşatıyor. Her şeyin eksiksiz olduğu bir dünyada, aslında her şeyin sahte olduğunu öğrenen Jonas karakterini, anarşik motiflerle ile donatan Noyce, düzen ve düzensizlik arasında dengesini bulmaya çalışan, bir karakter profili oluşturuyor ve yeni-dünya düzenine misilleme yapıyor. Örnek film: “Maze Runner”… Distopyanın öncülüğünü üstlenen film, hapsedilen dünyada nasıl kaçarız sorusunu sordurtuyor. “Maze Runner”, “Hunger Games” ve “Divergent” üçlüsünden oluşan film, birçok şeyi önceden gören insanların (filmde azizler olarak geçiyor) felaketi ve kıyameti önlemelerini konu alıyor.

Haberin Devamı

Eğer dünya gerçekten çok kötü bir yerse, düzeltelim diye yola çıkan erk sahibi ve statükocu insanlar, dünyayı düzeltmek yerine daha da bozuyorlar, zira hisler olmadan yaptığımız eylemlerin farkına varmamız, olanak dâhilinde bile değil. İşte bunun farkına varamayan karakterler, farkında olmadan sonlarını hazırlıyorlar. Uyuşturulmuş ve robotlaştırılmış toplum düzenini anarşik yöntemlerle eleştiren film, kendi içinde karmaşaya düşüyor. Güya tüm bunlar kaosun bizi ele geçirmemesi için yapılmış! Onu siz bizim külahımıza anlatın diyoruz çoğu zaman… Bunu yaparak kaosun ta kendisini getiriyorlar, kaos bir kez geldi mi gitmek bilmez, onu da belirtmeden geçmeyelim. Tabi şu da var: Her toplumda vardır bir başkaldıran ve o başkaldıran her zaman bir adım öndedir diğerlerinden, bunun sebebi de farkındalığının yüksek oluşudur tahminimizce…

Haberin Devamı

Bir tarafta anarşi, diğer tarafta ait oldukları yeni-dünyaya bağlılık… Arası yok ne yazık ki. Mesela bunu destekleyen bir örnek vermek gerekirse; tedavülden kalkan bazı sözcükleri (aşk, hissetmek) kullanan insanların cezalandırıldığını düşünsenize! Filmin bize sorduğu gerçek soru şu bir bakıma: “Sevgi ve hisleri mezara gömersek, nasıl bir yaşama sahip oluruz?” İşte bunun yanıtını mantıklı bir şekilde veriyor. Nasıl ki Âdem yasaklı elmayı yiyince cezalandırıldıysa, aynısı yasaklı sözcükleri kullananlar için de geçerli. Yeni-dünya sisteminin kendi toplumuna eziyet çektirerek, acıları onların bilinçaltlarına doğru ışınlaması ve sonra da onları oraya kilitlemesi nasıl bir tiranlıktır? Peki, acı eşiğimiz bu kadar mı düşük? Bizi o hale getirenler öyle düşünüyor, Jonas hariç… Bizi o yavan diyarın merkezine atraksiyonlarla atan film, karanlığın sembolünü çizerek insanlığın sonunu getirenin dünya savaşları olduğunu bir kez daha hatırlatıyor. Doğru ama tüm bunları yaşanmamış gibi varsayamayız, onlar bizim anılarımızın bir tezahürü neticede…

Filmde merkez haline gelen özel bir topluluğun, insanı tektipleştirmeye çalışarak, insanın özüne ait olan düşünceleri ve yaratıcılığı elinin tersiyle itmesi düzensizliğin kökleşmiş hali… Distopik/kaotik egemen kültürü önerir gibi görünse de, aslında önermediği ya da tam olarak yerine oturtamadığı çok önemli kriter var, o da insanı insan yapanın duyguları olduğu yönünde… Bizi narsisizmin kollarına doğru iten film, insanlar üzerinde yapılan yeni deneylerin olumlu ve olumsuz etkilerini ön plana çıkartarak, sanki hiçbir şey olmamışçasına yollarına devam etmeleri gerektiğinin, mantığını güdüyor, daha ziyade insanın saldırgan yapısının ancak o yeni geliştirilen deneylerle çözülebileceğinin öncülüğünü üstleniyor. Bunun örneğini ise şu şekilde veriyor: ilaçlarını almayan karakterler, yine kendileri olmaya devam ediyorlar, yani duyguları yüzeye çıkıyor. Tabiri caizse o karakterler filmin ideolojik duruşuna hizmet eden piyon gibiler… Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Jonas onların arasında bulunmamasına rağmen kendi kozasında yaşıyor. Filmin belki de tek çok yönlü damarı bu!

Hadi tüm bunları özümsedik diyelim, peki, neden olaylar iç dünyada (bilinçaltı ve topluluk) cereyan etti sadece? Yeni-dünya kurulduğu için mi? Kuvvetle muhtemel… Çıkış noktasının dikkat çekici olmasına rağmen, film çok derin sularda yüzüyor, hatta yüzerken dalgaların arasında boğulmamak adına çok büyük uğraşlar veriyor. Bunları filme akıtmak için, ışıklı gölge oyunları ile siyah-beyaz ortamı oluşturmaya çalışan yönetmen Noyce, yan ışıkla aydınlatılmış yarı karanlık, yarı aydınlık bir kompozisyon oluşturarak, değişik bir stil denediğini düşünüyor. Tabi bir de filmin ampül görevi üstlenmesini hesaba katarsak, tam olur herhalde… Filmin siyah-beyazdan renkli sahnelere ve renkli sahnelerden de yine siyah-beyaza geçiyor oluşu, biraz dikkatimizi dağıtıyor ve bunu yönetmenin neden yaptığını hiçbir şekilde çözemiyoruz. Filmde ağır basan renkler ise; kahverengi, gri ve toprak rengi… Yalnız bu soğuk renklerle çerçevelenen filmin, asıl rahatsız edici tarafı; çok ağır işliyor oluşu. Anlatacaklarını ağır çekimle aktaran Noyce, zaman zaman dikkatini kaybediyor ve film yalpalamaya başlıyor.

Netice itibariyle; gelecekteki toplum yapısına gönderme yapan, insanların geçmişi ile barışık olmaları gerektiğinin sınırlarını çizen “The Giver”, ‘anarşist ilkelcilik’ metodu ile insanlığın, ilk evrelerine doğru uzanıyor ve insanların yaşamının daha pürüzsüz olduğunu öne sürüyor. Yaşamı bozanların bizler olduğuna bahis açan film, kötülüğün şeytanlaşmış halini perdeye yapıştırıyor. O kötülüğün inikâslarını hikâyeye bağlayan yönetmen, kendimizden ancak kendimizin sorumlu olduğunu devşiriyor. Bir bakıma doğru…