“Transformers: Kayıp Çağ”ı izlemeden evvel “Transformers” hakkında bir ön yazı yazmıştım. Yazımda son çekilen “Transformers: Kayıp Çağ” hakkında çok olumlu bir değerlendirme yapmamıştım fakat filmi izledikten sonra fikrim değişti. Sanki film bana bir sürpriz hazırlamıştı. Kimbilir…
“Transformers: Kayıp Çağ” (ön yazıyı okumak için...) perdede akmaya başladığı andan itibaren, heyecandan tir tir titriyordum, gözlerim adeta fal taşı gibi açıldı. İnsanlar ve makineler arasındaki bağ o kadar güçlüydü ki, içime işleyiverdi birden. Oysa sıradan bir “Transformers” izleyeceğimi sanıyordum, yanılmışım! Yalnız filmi izlerken çok önemli bir olaya şahit oldum. Genelde konsantremin bozulmaması için sinemada çocukların yanına oturmmaya gayret ediyorum, çünkü çok gürültü ediyorlar. Ama bu sefer durum tersi oldu. Yanımda oturan çocuk resmen beyazperde ile özdeşleşti ve annesine şunu söyledi: “Bu gerçekten de çok etkileyici bir filmmiş.”
Çocuğa yüzde yüz katılıyorum ama filmin çok önemli bir kusuru var, o da tıraşlanmayan bazı sekanslar. O sekansların uzunluğu sanki çerçeveden dışarı taşıyordu. Keşke tıraşlansaydı! Peki, tıraşlanmayan sahneler hangileriydi? Babanın sürekli kızana karışması, baba ve kızının sürekli aşktan bahsediyor oluşlarıydı. Çünkü babası kızının aşk yaşamasına karşıydı. Bu sahneler gereksiz yere uzatılmıştı. Aynı futbol maçının uzatmaları gibi… Bir de bazı görüntü kirliliği yaratan sahneler filmin bütünlüğü açısınsan sakıncalıydı. Sanırız yönetmen Michael Bay sahneleri atmaya kıyamadı.
Eh, o kadar kusur kadı kızında da olur. Geldik filmin sırrına… Filmin yaratıcılığını ortaya koyan en önemli olay anti-teknolojistler ve teknolojistler arasındaki savaştı. Teknolojistler robotların masum olduklarına, anti-teknolojistler de zararlı olduklarına inanıyorlardı. İyi de, hangi taraf haklıydı? Bunu şöyle tanımlayabiliriz: İyilik ve kötülük arasında gidip gelenler bir hayli bocalıyordu. Ya şeytanı, ya da meleği seçeceklerdi. Aslında filmin yegane anlattığı şey insanın insana zarar veriyor oluşuydu. Yanı dememiz o ki, robotlar insanlara değil, insanlar insanlara zarar veriyordu.
Robotlar, tıpkı ortada kalan yakar top gibiydiler. Kurunun yanında yaş da yandığı için, yapılan hataların bedelini, hep robotlar ödüyordu. Anlayacağınız insanlık ölmüştü. Tabi diğer taraftan da kahraman autobot’lar (iyiler) ve deceptions’lar (kötüler) arasında yaylım ateşi sürüyordu. İki savaşı aynı anda izliyorduk. İnsanlar; kötü insanlarla, iyi robotlar da kötü robotlarla mücadele ediyordu. Ama iş burada iyi insanlara düşüyordu çünkü iyi insanlar autobot’ları kurtarmak için kendilerini feda ettiler. Asırlardır autobot’lar insanların koruyucu melekleriydiler. Maalesef insanlar onları kötü emelleri için kullandılar, ona rağmen autobot’lar insanları korumaya devam ettiler. Autobot’lar hiçbir zaman umutlarını yitirmediler, tek bir umut kırıntısı bile onlar için yeterliydi. Nitekim de haklı çıktılar.
Dostluk ilişkisini güzel bir şekilde özetleyen Michael Bay, insanlara çok önemli bir ders verdi. Dünyanın en ücra köşesinde bile iyi bir insanın karşımıza çıkabileceği gerçeğiyle bizi yüzleştiren Bay, adeta filme bağlanmamız için tüm numaralarını yaptı. Ütopyaların içinden gerçekleri bulup çıkartan Bay, imkansızlıkların bizi yönetemeyeceğini dile getirdi. Kapitalizmin tuzağına düşen insanlar robotların nasıl üretildiğini öğrenerek tıpkı autobot’lara ve deceptions’lara benzer bir prototip yarattılar. Amaçları robotları kendi isteklerine göre yönetmekti. Dünyaya egemen olma güçleri, onları kötü bir noktaya getirdi. Kendilerinin üstün olduğunu sandılar. Aslında bu büyük bir hataydı. Tamam da, neden başarılı olamadılar? Çünkü insanlar gibi, robotların da kalbi olduğunu unuttular. Eh, zaten kötü insanlar da, kendilerine kötü robot üretirler öyle değil mi? Robotların merkezi sisteminin insanlara benziyor oluşu, onların aslında insanlaşabileceğinin güzel bir simgesidir. Unutmayalım, teknoloji kimi zaman yararlı, kimi zaman da zararlıdır. Önemli olan onu nasıl kullanacağınızdır.
Filme genel bir bakış attığımızda, filmin ilk sahnesi bize başka bir filmi anımsatıyor aslında. “Jurassic Park” ile yer yer akrabalık bağı kuran film, dost ve düşman ilişkisini o kadar derinlemesine aktardı ki, perdeye yapıştık resmen. İkinci filmden oldukça uzaklarda olan film, “düşmanını iyi tanı, yoksa başın belaya girer” diyerek ‘iç tehdit’ olayını irdeledi. Bunun yanı sıra, robotlar ile insanların ayakta kalma mücadeleleri de filmin belkemiğini oluşturdu. Filmi yükseklere taşıyan fiziksel ve içsel çatışmalar dışarıdan gelecek tehditlere karşı hazır olmamız gerektiğini belirtti. Sanki Bay, Steven Spielberg’e atıfta bulundu. Sevimli ve çirkin robotlarla bir hayli haşır neşir olan Bay, bizi tamamiyle savaşın ortasında bıraktı. Bu sadece robotların savaşı değildi, aynı zamanda insanlığın da savaşıydı. Siyasi açıdan irdelendiğinde, gözü dönmüş egolu insanların yaptığı saçmasapan olaylar aynen beyazperdeye yansıdı. Bunun tek bir sonucu vardı, o da kapitalizmdi.
Devlet büyüklerinin yaptığı yanlış seçimler nedeniyle, insanların bir kısmı autobot’larla yaşamak istediler. Onların insanlara el uzatmaları yetti de arttı bile! Autobot’lar artık onları dünyanın sonuna kadar koruyacaklar. Biraz önceki paragrafta Steven Spielberg’den bahsetmiştik, yeri gelmişken önemli bir detayı paylaşalım. Bize kalırsa; “Transformers: Kayıp Çağ”da kurulan dostluk Spielberg’in “E.T” filminde kurulan dostlukla birebir örtüşüyor. O dostluk o kadar sağlamdı ki, hiçkimsenin kopartmaya gücü dahi yetmedi. İşte “Transformers: Kayıp Çağ” da buradan yola çıktı. Robotlar insanlara ne çok benziyormuş meğer!
Netice itibariyle; iyiler ve kötüler arasında yaşananları tüm çıplaklığıyla perdeye aktaran Michael Bay, son olarak bize şunu iletiyor: “Tarafınızı iyi seçin!” Tarafımızı çoktan seçtik, bile…