Yaşam Bütün yollar sinemaya çıktı

Bütün yollar sinemaya çıktı

28.05.2008 - 02:12 | Son Güncellenme:

Yaz tatillerinde dünyayı dolaşan bir gençtir. Uzun süreli bir macera için Londra’nın yolunu tutar. Ve rotası, o günlerde eline geçen bir kitapla çizilir. Himalayalar kitabıyla terk eder Batı‘yı. Oysa bütün yollar aynı yere varacaktır sonunda, sinemaya...

Bütün yollar sinemaya çıktı

Boğaziçi Üniversitesi mezunu, elektrik mühendisi bir genç... Mesleğini yapmak hiç yok aklında, ne istediğini bildiği de söylenemez, Londra sokaklarında dolanmakta. Boğaziçi yılları onu geleceğinin ‘Batı’da olduğuna inandırmış, o da bu umudun peşine düşüp gelmiş. Fotoğrafçılık, bulaşıkçılık, hatta zaman zaman market hırsızlığı yaparak geleceğini aramakta...
Ve yakalanır bir gün, on beş yaşında bir çocuk tutup kolundan dışarı atar onu... Gururu incinir, aşağılandığını hisseder çok. Sokakta kimseyi görmeden yürürken bir aynada yüzünü görür, ilk kez bu kadar ‘maskesizdir’. İçindeki anlamsızlık duygusuna deva olsun diye geldiği şehir yabancı görünür gözüne birden. Onun geleceği ‘Batı’da değildir galiba...
Ve Nuri Bilge Ceylan’ın rotası, o günlerde eline geçen bir kitapla çizilir. Himalayalar üzerine bir kitaptır bu ve derhal yola düşüp Nepal’e gider. Geleceğini ‘Doğu’da aramaya... Oysa bütün yollar aynı yere varacaktır sonunda, sinemaya...
26 Ocak 1959’da İstanbul Bakırköy’de dünyaya gelir Nuri Bilge Ceylan. Ama çocukluğu baba yurdunda, sonradan ilk filmlerinin platosu olacak Çanakkale’nin Yenice kasabasında geçer. Ziraat mühendisi babası Mehmet Emin Ceylan, Amerika’da öğrendiği tarım teknikleriyle doğup büyüdüğü topraklara yararlı olmayı kafasına koyduğundan 1961’de ailesini alıp döner kasabasına. Köy köy gezer, kahvelerde gece yarılarına kadar tarım teknikleri anlatır.
Nuri Bilge Ceylan için ise sonradan fotoğraf sanatçısı olacak ablası Emine Ceylan ile birlikte ağaçlara tırmanarak, avcılıkla, çete savaşlarıyla geçen özgür bir çocukluk demektir Yenice. Yazlık sinema, Cüneyt Arkın filmleri ve divanda okunan çizgi romanlar da tabii... Mister No’nun gönlündeki yeri ayrıdır. Aldatılabildiği, icabında dayak yediği, kazandığı kadar kaybedebildiği için...
Ablası ortaokulu bitirdiğinde bu mutlu günler de sona erer, Yenice’de lise olmadığı için İstanbul’a dönerler. Ceylan dördüncü sınıftadır. Babası tayinini çıkaramadığı için İstanbul’da uzun süre onsuz ve bir hayli yoksul bir hayat sürerler. Yenice’nin yeşili gitmiş, yerine durmadan tüten ve annesinde farenjit bırakan sobayla anacağı yıllar gelmiştir. 

En büyük kâbusu R’lerdi

Bir de hikâye hatırlar o günlerden... R’leri söyleyemediği için ‘Bilge’ adını kullandığını, bir gün edebiyat öğretmeninin “Bu kız ismi” diye onunla dalga geçtiğini, o gece sabaha kadar çalışıp ‘R’ meselesini çözdüğünü... En büyük kâbusudur ‘aşağılanmak’, her şeyi yaptırabilir ona. R’leri de söyletebilir, hayatını değiştirip yollara da düşürebilir... Fotoğrafla lisedeyken tanışır. Hayatını, pek çok kritik anda bir kitap belirleyecektir, bu da bunun ilk örneğidir. Komşuları 15. yaş gününde fotoğrafla ilgili bir kitap hediye eder ona.
Karanlık oda eğlenceli bir oyun gibi görünür gözüne ve evdeki makineyle ufak ufak fotoğraf çekmeye başlar. Ama o zamanlar “İnsanın bir mesleği olur, bunlar yan etkinliklerdir” cümlesine inandığından mühendislik fakültesine girer. Sekiz senede ite kaka bitirdiği üniversitede de fotoğrafa devam eder, bol bol film izler. İçine sinema ateşini düşüren Bergman’ın “Sessizlik” filmini 16 yaşındayken Sinematek’te izlemiştir zaten: Onun fotoğraftaki dünyasına benzer bir atmosfer keşfetmiştir filmde. Üniversitede de keşifleri sürdürür, onu etkileyen diğer yönetmenlerin dünyasıyla tanışır ama hâlâ sinema çok uzak bir hayaldir.
 Her şeyden önce sosyal bir insan olmadığı için, tek başına yapabildiği fotoğrafın kendisine daha uygun olduğunu düşünür...  Yaz tatillerinde otostopla ya da bisikletle dünyayı dolaşan bir genç olarak mezun olunca da daha uzun süreli bir macera için Londra’nın yolunu tutar. Bu, o ana kadar sorgulamadığı bir kader gibidir onun için... 

İstikamet tersine döndü

Ama işte gide gide istikamet tersine döner sonunda. Elinde Himalayalar kitabıyla terk eder Batı’yı. Dağ tepe 400 kilometre yürür ‘anlam’ın peşinde. Ama bakar ki bu kez seyahat derman değil derdine. Bir Budist tapınağından dağları seyrederken fark eder Türkiye’yi ne çok özlediğini... Ve kararını verir: Dönüp askere gidecektir.
Mamak’ta askerlik yaparken hem kaçtığı hem ihtiyaç duyduğu disipline kavuşur ve müthiş zengin bir insan mozaiğiyle karşılaşır. Sinemacı olmaya da bu dönemde karar verir. Hem de gene bir kitap sayesinde: Roman Polanski’nin “Roman”ı. Askerlik bitince İstanbul’a gider ve reklam fotoğrafları çekerek hayatını kazanırken bir yandan da tekrar sınava girip Mimar Sinan Sinema Bölümü’nü kazanır. Okulun en yaşlı öğrencisidir ve artık acelesi vardır işe başlamak için. İki senenin sonunda “Bu kadar yeter” deyip sahalara atar kendini.
Arkadaşı Mehmet Eryılmaz’ın kısa filmi için kamera karşısına geçer önce. Bir yandan işin bütün aşamalarını öğrenir ve sonunda o filmin çekildiği eski kamerayı satın alır. Ucuza eski Rus filmleri de bulur bir yerden ve başlar ilk çekimlerini yapmaya...
Artık ‘ertelemek’ için bahanesi kalmamıştır. Ve sinemacı olmaya karar verişinden neredeyse 10 yıl sonra, 1995 yılında senaryosu olmayan, Yenice’de annesi ve babasını oynatarak çektiği 20 dakikalık ilk filmi “Koza” ortaya çıkar.
“Kendimi fırlatır gibi başladım çekmeye” dediği film, Cannes Film Festivali’ne kabul edilir.
Artık üzerindeki ölü toprağını silkelemiş, kendine güveni gelmiş, her şeyden önemlisi yolunu belirlemiş bir sinemacıdır. Son derece kişisel bir serüvendir onunki. Formülü, düşük bütçe, kısıtlı ekiptir. İlk iki filmini iki kişiyle çeker, sonrasında bu sayıyı beşe çıkarır.
“Koza” gibi Çehov’a selam çaktığı “Kasaba”yı da, ilk renkli filmi “Mayıs Sıkıntısı”nı da Yenice’de çeker ve çoğu akrabası olan amatör oyuncularla çalışır. Böylece ne fazla sosyalleşmesi gerekir ne de kimseye hesap vermesi... Hikâye hiçbir zaman önemli olmaz onun sinemasında. Sıradan insanların yaşadığı sıradan olaylarla ilgilidir... Bir filmi iyi yapan detaylardır ona göre, bir de gerçekçilik.
Daha yola çıktığı andan itibaren filmleri yurtdışı festivallerinde baş tacı edilir ve ödüle boğulur. Ama tabiidir ki ülkesinde, durağanlık ve sıkıcılığın öbür adıdır bir “Nuri Bilge Ceylan filmi”. Bu anlamda gerçek bir markadır hatta. O ise sıkıcı kabul edilmekten gocunmaz, “En sıkılarak izlediğim filmler sonradan hayatımın filmi olmuştur” der. 

Yolun sonunda mutluluk

Dördüncü filmi “Uzak”, sayısız ödülünün yanı sıra 2003 Cannes Film Festivali’nde de Jüri özel ödülünü alır. Ceylan ödülü Yılmaz Güney’e ithaf eder...
Başarıları, ödülleri birbirini kovalarken onun sinemaya bakışında bir değişiklik olmaz. Hayran olduğu yönetmen Ozu’yu örnek alır kendine, hep aynı objektifle adeta aynı filmi çeken ve elindeki olanakların tümünü kullanmayı reddeden... Bresson’un sözünü de hiç unutmaz:
“Olanaklarım arttıkça yapabileceklerim azalıyor.”
2006’da beşinci filmi “İklimler”i çeker. Hem de bu kez karısı Ebru Ceylan ile birlikte kendisi de oynar filmde. Cannes bu kez FIPRESCI ödülüyle yolcu eder Ceylan’ı. Daha pek çok yurtiçi ve yurtdışı festivallerde ödüller yine “İklimler”in olur o sene. Ceylan, ne Doğu’ya ne Batı’ya, doğrudan sinemaya varan yolunda kararlı adımlarla yürüyor on küsur yıldır. 2008, Cannes’la flörtünün mutlu sona ulaştığı, En İyi Yönetmen Ödülü’nü kucakladığı yıl oldu. Bir cümleye çok anlam sığdırdığı teşekkür konuşmasıyla da kalpleri bir kez daha fethetti.
Güzel bir ülkenin kendini yalnız hisseden insanlarının yüzünü güldürdü “Üç Maymun”... Ceylan’ın ‘anlam’ı yollarda aramasına gerek kalmadı artık...  

Yazarlar