Yaşam ‘Gezmek, yazmak kadar büyük bir dürtü’

‘Gezmek, yazmak kadar büyük bir dürtü’

14.02.2009 - 01:12 | Son Güncellenme:

“Yolda” adlı son kitabında yolculuk ile edebiyatı buluşturan yazar Buket Uzuner için dünyayı dolaşmak, yazmak kadar büyük bir tutku. Uzuner, gezmenin dünyaya barış getirdiğine inanıyor

‘Gezmek, yazmak kadar büyük bir dürtü’

“Yola çıkmazsam bir şeyler ters gidiyormuş gibi hissediyorum”. Bu söz, yazar Buket Uzuner’e ait. Gezmeyi yaşamında yazmakla eşdeğer bir yere konumlayan bir yazar o... Hatta gezi ile yazıyı hep yan yana taşıyan. Romanları ve öyküleri kadar gezi kitaplarıyla da okur edinen Uzuner’in, Turkuvaz Yayınları’ndan çıkan son kitabı “Yolda” yolculuk ile edebiyatı buluşturuyor.
Honolulu ve Hiroşima uçakları; Marakeş, Montreal ve Berlin trenleri; Madrid limuzini ve Helsinki otobüsünde geçen yedi öyküden oluşuyor kitap. Yol arkadaşının kendisine fısıldadıklarından yola çıkıp, öyküler kurmuş üzerlerine Uzuner. Her birinin ardına da o ülkenin simgesel bir yemeğini eklemiş. Nedeni de okurun damağında seyahat etmesi!
Hem yolculukları hem de öyküleri sevenler için, “En iyi hissettiğim ruh durumum hep ‘yolda’ oldu” diyen bir yazardan, yol öyküleri “Yolda”.

‘Yazmak da yalnızlık’

Kitabın son öyküsü “Gölge Yolcu J.K. ve Montreal Treni”nde, “Sürekli yolculuk yapan insan daima ‘başka bir yer’dedir” diyorsunuz. Daima başka bir yerde olan insan, yalnız değil midir?
Çok yalnızdır tabii. Ama yazmak da yalnızlık. İkisi çok yan yana, kahve ile tütün gibi... Devamlı dolaşırsanız, aslında hiçbir yerde olmazsınız. Ben hikâyeleri Varlık, Türk Dili gibi önemli dergilerde yayımlanan bir genç kızken; üstelik de Bilgi Yayınevi’nden de bir kitabım yayımlanacakken büyük maceralar, büyük aşklar yaşamak üzere yola çıktım. Dünyayı gezmekten vazgeçemezdim. Gezmek, benim için her zaman yazmak kadar büyük bir dürtüydü. Çok erken yaşta haksızlıkların farkına varan biriyim ben. O yüzden seyahat belki de isyankâr yanımı doyuruyor. Her yola çıkış, bir isyan gibi...

Kaçmak da olabilir.
Değil. Çünkü Attila İlhan demişti ki, “Bu baş her yere bu omuzlar üzerinde gidecek çocuğum”. O kadar doğru ki! İnsan her şeyden kaçıyor, bir tek kendisinden kaçamıyor. New York’tayken ırkçılığa karşı bir mitinge katılmıştım. Oradaki Türk arkadaşlarımdan biri de “Sana ne” demişti, “Başına bir iş gelir, sınır dışı edilirsin”. Ona dedim ki, bu tıpkı küresel ısınma gibi... Orada ırkçılığa karşı çıkmadığın zaman, kendi ülkende de karşı çıkmanın anlamı yok.

“Yolda”daki öykülere kaynaklık eden olayları not almış mıydınız önceden?
Tabii, hepsi hazırdı hikâyelerin. Duruyordu bir kenarda. O yolculukta anlatılan küçücük bir hikâye mesela “Frau Adler ve Berlin Treni”. Hep aklımın bir köşesinde duruyordu. Fakat bunu nasıl bir ortamda kullanacağıma karar vermemiştim.

Önsözde, size bu kitabın ilhamını Marquez’in “On İki Gezici Öykü” kitabının verdiğini yazmışsınız. Nasıl verdi bu ilhamı?
Çok sevdiğim bir söz var: “İyi yazarlara ilham ancak başka iyi yazarları okurken gelir”. Buradan kendime de bir pay çıkarmış oluyorum ama!.. Öyle ilham perileri uçmuyor ortada. Hakikaten iyi bir kitap okurken yazara “Ben de böyle bir şey yapsam” fikri geliyor. Shakespeare ve Mevlana’dan sonra yazılacak hiçbir şey kalmadığını düşünüyorum. Söylenecek yeni bir şey yok, onu ancak kendi gözümüzle yeniden anlatıyoruz. Ben de Marquez’i okuduktan sonra “Ben olsam bunu nasıl yaparım” diye düşünmeye başladım.

‘Kendimi ortaya koydum’

Anlattığınız öyküler ne oranda kurgu?
Bana anlatılan hikâye kısmı tamamen gerçek. Mesela o Honolulu doktorun bana söylediği beş satırlık bir hikâye: Rüyasında eski bir arkadaşını görüyor, adam “Beni ara” diyor, aradığında doktora “Ben bugün intihar edeceğim” diyor. Bu kadar. Zaten bir yazarın avuçlarını kaşındıran da budur: Hadi bakalım bunu hikâye et!
“Yolda”yı yazarken iki şeye önem verdim. Biri, 21. yüzyılın başında bir Türk kadın yazarın Honolulu’da ya da Helsinki’de olması. Bundan 100 yıl sonra Türkiye’yi incelemek isteyenler metinlere baktıklarında bunu görecek. Bu kadın nasıl yaşamış, neden Marakeş’e gitmiş?
Bir de kendimle ilgili çok cesur olduğunu düşündüğüm açıklamalara girdim. Bir öyküde anlatıcının boşanmak üzere olduğu var, öbüründe oğluyla ilişkisi. Kendimi ortaya koyarak bir Türk kadın profili çizmeye çalıştım. Neresi kurgu derseniz, onu söylemek istemiyorum. Ama bana anlatılanlar gerçek.

‘Hem gezginim, hem hikâyeci’

Madem sondan başladık, kitabın başıyla bitirelim. İlk satırlar Richard Brathwaite’den alıntı: “Gezginler, şairler ve yalancılar, işte aynı anlama gelen üç sözcük!” Bu bir itiraf mı?
Ben çok hoş buldum bu sözü. 1600’lerde söylenmiş. O dönemde, birçok oryantalistin İstanbul’a gelip krallarına yazdığı metinlerde o kadar uyduruk şeyler var ki! Gezgin, gördüğünü hikâye ederek anlatan kişidir aslında. Ben de hem gezginim hem şair değilse de hikâyeciyim.

Yalancılık da işin kurgu bölümü mü?
O kadarını size bırakıyorum.


‘68 kuşağını çok maço bulurum!’
Neden her öykünün sonunda bir yemek tarifi var?
Bir kere alışılmadık şeyler yapmayı seviyorum. İkincisi seyahatleri niye yapıyoruz? Sağlık için, eğitim için değilse kültürler arası eğitim için yapıyoruz. Bir kültürün en önemli öğelerinden biri de yemek. İnanıyorum ki o tadı aldığınızda o ülkeye gidersiniz.

Böyle bir amacınız var mı yazarken, yani okuyanlar yazdığınız ülkeye gitsin ister misiniz?
Çok isterim. Ben edebiyatın misyonu olduğuna inanmam. Mesela Jack Kerouac’ın kitabımla adaş “Yolda”sı... O bir misyon kitabıdır. Ben Kerouac’ı hiçbir zaman edebiyatçı saymadım, sevenler bağışlasın beni. O kitap bir ‘68 kuşağı manifestosudur ve ben o kuşağı çok maço bulurum. Kadın sevdiklerini söylerler ama sevmezler, kadınla beraber olmayı severler. Ama gene de “Yolda”yı anmadan geçemedim.
Ben gençlerin yollara çıkmasını çok istiyorum, okurum olsunlar veya olmasınlar. Gitsinler ve başka kültürleri görsünler. Çölde oturup birlikte yeşil çay içtiğiniz bir Berberi, Türklerle Berberiler arasında savaş çıktığında nefret edemeyeceğiniz biri oluyor. Yani barış getiriyor gezmek.

Yazarlar