"Sanatsal üretimin onaya ihtiyacı yok"

Yönetmenliğini Seyid Çolak’ın yaptığı, senaryosunu Güven Adıgüzel’in kaleme aldığı Kapan filminde Yakup karakteriyle başrolü üstlenen Onur Dilber dünyaca ünlü birçok festivalden övgüyle ve En İyi Erkek Oyuncu ödülleriyle ayrılarak uluslar arası arenada da oyunculuktaki başarısını bir kez daha gözler önüne serdi. Uluslararası Gilak Film Festivali ve Roma Rietie Sabina Film Festivali’nden 'En İyi Erkek Oyuncu’ ödülünü alan Onur Dilber, aldığı ödüller karşısında mütevazılığından da ödün vermemeye devam ederek; “Sanatsal üretimin bir onaya ihtiyacı olduğunu düşünmüyorum” diyor. Dünyanın farklı yerlerindeki sinemacıların kendisini izlemeleri ve ödüle layık görmelerinin ise işine olan heyecanını ve tutkusunu hep diri tuttuğunu anlatan Dilber bunun mesleğine dair itici bir güç olduğunu da sözlerine ekliyor.

Haberin Devamı

Seksenler dizisinde kamera karşısına geçen ve dört sezondan beri Joseph K oyunuyla da seyircisiyle buluşan Onur Dilber oyunculuğu ve tiyatroyu bir görev duygusuyla yapmadığının altını çiziyor ve şunları ekliyor; “Bir futbolcu nasıl antrenmansız maça çıkmaması gerekiyorsa bir oyuncu da dizi veya filmde kamera önüne antrenmansız çıkmaması gerekiyor. Bu yüzden tiyatro sahnesinde olmak sürekli antrenmanlı olmak anlamına geliyor ve orası zaten oyuncuyu da devamlı besleyen bir yer.”

Yaşanan pandemi döneminin kendisini nasıl etkilediğini anlatan ve gözlemlediği durumlara karşı yorumunu da dile getiren başarılı oyuncu; “Pandemi dönemiyle beraber insanlar artık hak etmediği şeylere sesini çıkarabilecek cesarete sahip olduklarını gördü. Çünkü pandemi döneminden sonra artık şunu diyebiliyoruz; ‘Ölümlü dünya, ölüm yanı başımızda!’ Hal böyleyken bu kadar haksızlığa, yoksulluğa maruz bırakılmaya karşı bir tepki de yaşıyoruz...”

Sanatsal üretimin onaya ihtiyacı yok

Kapan filminde gösterdiğin performansla Uluslararası Gilak Film Festivali'nde 'En İyi Erkek Oyuncu' ödülünün sahibi oldun, hemen peşinden Rietie Sabina Film Festivali’nden de En İyi Erkek Oyuncu ödülünü aldın tebrikler... Peş peşe dünyaca ünlü festivallerden En iyi oyuncu ödülünü almak nasıl hissettiriyor, nasıl bir motivasyon oldu senin için?

Haberin Devamı

Bunu alçakgönüllülük adına söylemiyorum. Aslında ödüllere çok çok büyük anlamlar yüklemiyorum. Fakat kesinlikle mutluluk verici. Ve karakter derinliği olan başka rollerle buluşabilmek konusunda umutlandıran ve motive eden bir şey ödül almak. İnsan doğru yolda olduğu hissine kapılıyor. Sevdiklerimden aldığım mesajlar, özellikle ailemin gururlanıyor olması beni çok mutlu ediyor.

Ödüllendirilmek oyunculuğa dair özgüveni besliyor mu sence? Yoksa bunun için bir onaya ihtiyaç yok mu? Senin bu konudaki fikrin ne?

Kesinlikle özgüveni besliyor. Ama sanatsal üretimin bir onaya ihtiyacı olduğunu düşünmüyorum. Bir onaylanma ihtiyacından değil ama dünyanın başka yerlerinde sinemacıların seni izleyip, ödüle layık görmeleri bu meslekte ilerlerken heyecanımı ve işime olan tutkumu hep diri tutuyor. Daha iyisini ve daha fazlasını yapmak için her zaman itici bir güç oluyor.

Kapan ödüllere doymayan bir film oldu… Birçok festivalden ödülle dönen bu senaryoyu ilk okuduğunda, filmi ilk izlediğinde böylesi bir başarıyı zaten bekliyor muydun yoksa sürpriz mi oldu?

Haberin Devamı

İlk senaryoyu okuduğumda ve filmi izlediğimde hakkında çok konuşulacak olumlu veya olumsuz eleştiriler alacak bir film olduğundan kuşku duymamıştım. Doğrusunu söylemek gerekirse en iyi görüntü ve en iyi film ödüllerini beklerken, acaba en iyi erkek oyuncu ödülü de gelir mi diye bir beklentim yoktu. Oldu ne ala…

Canlandırdığın karakter Yakup'un, filmin hikayesini ve vermek istediği mesajı sen nasıl değerlendiriyorsun?

Yakup erkek egemen dünyanın izole bir adada yaşam süren yoksul bir figürü. Aslında kapana sıkışmışlığı filmin başından itibaren kendi içinde yaşayan bir karakter. Ve bu duygudan çıkış için hırslı bir şekilde mücadele ederken doğayla da bir savaş halinde buluyor kendini. Orası da aslında girdiği bir bataklık oluyor. İçinde iyiliği barındırmasına rağmen, kötülükten uzaklaşamayan bir çizgide devam ediyor hayatına. Bu yüzden film iyilikle kötülüğün iç içe girdiği bir şekilde seyrediyor. Yani Yakup kazanma hırsı, içinde bulunduğu hayattan kurtulma savaşı ile dominant bir karakterken tüm bu hırslarıyla kendisi canavarlaşıyor.

“Cesaretle korku birbirini besliyor”

Yani her insan içinde beslediği hırs ve egoyla kendi canavarını kendi yaratıyor…

Kesinlikle öyle… Doğayla uyum içinde, barış içinde yaşamak yerine ona savaş açan, onu yenmeye çalışan hırslarımız aslında insanın kendi sonunu getiriyor. Yani her ağaç kestiğimizde, her cana kıydığımızda kendi dünyamızı ve sahip olduğumuz her şeyi yok ediyoruz.

Adadaki gibi bir sıkışmışlık duygusu hissetsen sen ne yaparsın? Tavrın, tarzın, öfken, kriz yönetimin ve korkularının üzerine gitme durumu sende nasıl gelişir?

Sevdiklerimi daha çok etrafımda tutmaya, onlardan uzak kalmamaya çalışırım. Kriz yönetimim iyidir, yani kriz anlarında plan yapmayı ve yaptığım planı aklına, fikrine güvendiğim insanlara tartışmaya açmak ilk önceliğimdir. Sonrasında vakit kaybetmeden o planı hayata geçirmeyi esas alırım. Öfke ve korkuya gelecek olursak, çabuk reaksiyon gösteren bir yapım var. Zaman içinde kendimi bu konuda daha kontrollü olmak için törpülüyorum. Korkuyu üzerine gidilmesi gereken bir şey olarak görüyorum. Korkularımızdan kaçtıkça o korkular daha da büyüyerek karşımıza dikiliyor. Öfke de ayrıca kontrol edilmesi gereken bir olgu. Onu kontrol edebildiğimiz noktada diri tutmak da gerekiyor. Çünkü bence öfkeyi diri tutmayınca korktuğumuz şeylere karşı cesurca karşı koyma azmimiz kalmıyor. Bu yüzden korkularımızla mücadele etmek için üzerine gidebilmek gerekiyor. Bunun için de öfkeyi diri tutmak gerekiyor. Bu anlamda cesaretle korkunun birbirini beslediğine inanıyorum.

Sanatsal üretimin onaya ihtiyacı yok

“İnsanlar haksızlıklara karşı sesini çıkarabilecek cesarete sahip olduklarını gördü”

Hepimiz pandemi dolayısıyla aslında bir nevi kapana kıstırıldık... Bu süreç senin için nasıl bir deneyim oluyor, ruhunu ve bilincini nasıl geliştiriyor ya da yavaşlatıyor bu süreç?

Hiç başımıza kötü bir şey gelmeyecekmiş gibi, hiç ölmeyecekmişiz gibi yaşarken birden ölümün aslında yanı başımızda olduğu bir dönem yaşıyoruz. İşimizden, gücümüzden, sevdiklerimizden uzak kalmamıza neden olan bu süreçte farkındalıklar da yaşıyoruz. Biz hiç ölmeyecekmişiz ve ölüm bizden çok uzakmış gibi yaşarken birden ölümün çok yakın bir şey olduğunu fark ediyoruz. Bunu fark edince insan sahip olduklarının değerini daha iyi anlıyor. Veya maruz bırakıldıklarına ses çıkarması gerektiğini fark ediyor ve daha cesurca ses çıkarmaya başlıyor. Bu süreçte insanlar hak etmediği şeylere sesini çıkarabilecek cesarete sahip olduklarını gördü. Çünkü pandemi döneminden sonra artık şunu diyebiliyoruz; ölümlü dünya, ölüm yanı başımızda! Hal böyleyken bu kadar haksızlığa, yoksulluğa maruz bırakılmaya karşı bir tepki de yaşıyoruz. Bu çok önemli bir şey. İnsanlar ölümden korkarken aslında haksızlığa karşı mücadele ettiği bir döneme tanık oluyoruz. Bu da değişimin habercisi ve böyle de bir değişimin olabileceğine dair bir umut da yeşeriyor insanın içinde. Bu aslında baharın gelmesi için önce kışın yaşanması gibi bir şey. Bu bir kış dönemi ve bu kış soğuğu hissettirdikçe ısınmak için kışla mücadeleyi öğreniyoruz. Bahar yakın yani…

Covid salgını, yaşanan küresel kriz, savaşlar insanlığın her şeye rağmen var olma ve her duruma adapte olma durumuna karşı bir okur yazar ve her şeyden önce bir sanatçı olarak yorumun, gözlemin ve yeni tespitlerin nedir?

Bütün bunların aynı zamanda kapitalizmin sıkışmışlığı olduğunu düşünüyorum. Pandemiden önce de zaten kapitalizm ciddi bir çıkmaz içindeydi. Bu yüzden savaşlar oluyordu, Ortadoğu kan gölüne dönmüştü. Gelişmiş olduğunu düşündüğümüz emperyalist ülkelerde bile insanlar kapitalizmle dayatılan yaşamdan hoşnutsuzluklarını ifade ediyordu. İnsan hakları için, yoksulluğa, yok sayılmaya karşı başkaldırılar ve halk hareketleri ortaya çıkmaya başladı. Bu yüzden sadece pandemiyle ilgili değil. ‘Ölmek istemiyoruz’u; madende çalışanlar da söyledi, fabrika işçileri de söyledi, artan kadın cinayetlerinin ardından kadınlar da söylemeye başladı. Yoksulluktan dolayı hayatını kaybeden çocuklardan sonra insan haklarını savunanlar da söyledi. Bu yüzden covidle gelen ve bütün dünyayı esir alan bir durum. Tek bir coğrafyada değil bütün dünyada yaşanan bir kriz olduğundan hepimizin eşitlendiği bir dönem oldu. Bu dönem evrensel temelde herkesin insanca yaşamalarının mücadelesini de örmeye başladı. Bu yüzden umutluyum.

“Oyuncular arasında bu ara B planı yapmak çok popüler”

Yaşanan pandemiden en çok etkilenen sektörlerden biri oyunculuk. Bir oyuncu için nasıl bir dönem bu?

Pandemiden etkilenmeyen sektör neredeyse hiç yok. Tiyatro ve oyunculuk da onlardan biri. Sadece tiyatrodan geçimini sağlamak zorunda olan binlerce tiyatrocu var, dizi yapan oyuncular bir dereceye kadar şanslı. Ama oyunculuk sadece dizilerde yapılan bir meslek değil. Bu dönemde birçok tiyatro kapanmak zorunda kaldı ve bu korkunç bir şey… Binlerce tiyatro emekçisi evlerine ekmek götüremiyor. Bu dönemde oyunculuk diğer sektörlere göre daha fazla veya daha az etkilenen bir meslek değil. Bütün sektörlerle aynı oranda etki altında. Bizler de kaygılı bir şekilde bekliyoruz…

Bu dönemde mesleki olarak bir durma, kaybetme kaygısı ve paniği yaşıyor musun? Oyunculuk yanına koyduğun bir B planı var mı mesela?

Oyuncular arasında bu ara B planı yapmak çok popüler. Herkes oyunculuğun yanına ek bir şeyler koyma çabasında. Ama tabi yine bunun da sadece oyunculuğa özel bir şey olmadığını düşünüyorum. Türkiye gibi gelecek kaygısı yaşadığımız ülkelerde bir insanın birikimi varsa gelir oranını yükseltmek için hemen başka ne yapabilirim diye arayışa giriyor. Oyuncular da, yarın rol bulamazsam, para kazanamazsam ya da daha az kazanırım kaygısıyla ticarete atılıyor, esnaflığa soyunuyor. Haklılar ama bu gelecek kaygısı hisseden herkes için olan bir durum.

Sanatsal üretimin onaya ihtiyacı yok

“İmparator; sinemada yönetmen, tiyatro sahnesinde ise oyuncudur”

Sinema yönetmenin, tiyatro oyuncunun sanatıdır fikrine katılıyor musun?

Bence sinema hem yönetmen hem de oyuncunun kendi sanatıdır. Çünkü oyuncu kendi sanatıyla o filmin içindedir. Tiyatroda da yönetmen kendi, oyuncu kendi sanatıyla bulunur. Ama sinemada imparator yönetmendir. Film onun dünyasıdır. Onun sanatının içinde oyuncu kendi sanatıyla bulunur ama bütünü ortaya çıkaran yönetmendir. Tiyatroda ise imparator yönetmen değil oyuncudur. Çünkü tiyatroda yönetmenin direktifleriyle bir şey kursanız da seyirciyle buluştuğunuzda orada yönetmen sadece seyircidir. Sahnede oyuncu ve seyirci baş başadır. Bu yüzden sahnede imparator oyuncudur.

Her sezon seni mutlaka tiyatro sahnesinde de izliyoruz. Bu sahnede olma durumu özellikle gayret ettiğin bir durum mu?

Sahneden uzak kalınca sanki antrenmansız kalıp sahaya çıkıp top oynuyormuş gibi hissediyorum. Bir futbolcu nasıl antrenmansız maça çıkmaması gerekiyorsa bir oyuncu da dizi veya filmde kamera önüne antrenmansız çıkmaması gerekiyor. Bu yüzden tiyatro sahnesinde olmak sürekli antrenmanlı olmak anlamına geliyor ve orası zaten oyuncuyu da devamlı besleyen bir yer.

O zaman tiyatroyu görev duygusuyla yapıyorsun diyebilir miyiz?

Görev duygusuyla değil beni tamamen besleyen bir motivasyon kaynağı olarak yaptığımı söyleyebilirim. Ne kadar yorgun olursam olayım ertesi gün bir oyunum var duygusu beni çok iyi hissettiriyor. Üretimde olduğumu hissediyorum. Ama mesela bu duyguyu sette hissetmiyorum. Aynı zamanda oyunda aldığım o alkış bütün haftamın çok iyi geçmesini sağlıyor, hayatıma motive bir şekilde devam ediyorum. Sahne beni çok besleyen ve mutlu eden bir yer.