Editörün Seçtikleri Sazın büyüsü

Sazın büyüsü

27.10.1997 - 00:00 | Son Güncellenme:

Sazın büyüsü

Sazın büyüsü

Ünlü sanatçı Zülfü Livaneli'yi, babası tanıştırmış Alevilik kültürü ve Alevi sazıyla. O gün bugündür, Livaneli Aleviler'in hem sazına, hem kültürüne vurgun

SANATÇI Zülfü Livaneli'nin, Alevi kültüre duygusal, duygusal olduğu kadar yakın bir gönül bağı var.
Livaneli yazılarıyla, konserleriyle, plaklarıyla Alevi kültürü ne denli önemsediğini vurgulamaktan kaçınmıyor. Bu özel bağın nedeni ise, Aleviler'in olduğu kadar Livaneli'nin de ayrılmaz parçası 'saz'. Öyküsü de ilginç. Okul çağında babası 'Anadolu kültürünü de öğren' diyerek Livaneli'yi alır, Çorum -Mecitgözü İlçesi'nde bir Alevi Dede'ye götürür. Çarpılmışa döner Livaneli. Hiç duymadığı bir müzikalite yansır kulaklarında. Kendisi de saz çalmaktadır, o niyetle alır Alevi sazı eline, ama başarısız olduğunu görür; çalamaz:
- Farklı mıydı?
- Görüntü aynı, ama farklı. Akord sistemi ayrı. Radyo sazı tek telden çalınır. Öbür iki tel boş tınlar. Anti müzikal bir şeydir bu. Alevi sazı 'mi' ve 'la'dan akord edilir ve üç telde birden çalınır melodi. Aynı gitar tekniği. Bu tekniği benimsedim. Benim bestelerim 'Leylim ley', 'Yiğidim aslanım', 'Karlı kayın ormanında', bu tekniği bilmem yatar. Alevi sazın önemli bir kültür olduğunun farkına vardım. Bir kitapta, 'Anadolu'nun gizli müsikisi' diye bahsediliyordu. Gerçekten de gizli ve yüzyıllarca gizli gelişmiş. Saklanmışlar ve saklanırken de sazı kendi içlerinde bir dua aracı olarak kullanmışlar.
- Şimdi bir Alevi Dede kadar iyi kullanabiliyor musunuz?
- 70'li yıllara gelindiğinde, ben bu tekniği çok geliştirmiştim. Buna 'Dede perdesi, Alevi sazı' diyebilirsiniz.. Eskiden bir tek ben Alevi sazı çalardım. Şükür şimdi herkes kullanıyor.
- Kültürü sizi neden bukadar etkiledi?
- Bugün dünya çapında önemli bir kültürdür. Din fanatizmine, din ayrımcılığına, cins ayrımcılığına karşı çıkan, kadınları ile birlikte dans edebilen böyle bir kültürün, Anadolu'da bizim geleneğimizde yeşermiş olması çok önemli. 13. yüzyıl mucizevi bir yüzyıl, Hacıbektaş - ı Veli'yi düşünün, Yunus Emre'yi düşünün, Alevi olmayan Şeyh Edep Ali'yi; olağanüstü bir insan sevgisi yeşeriyor. Neden yeşeriyor? Çünkü ihtiyaç var. Anadolu müthiş bir ırklar, dinler, medeniyetler karmaşası. Burada egemen olabilmek için, ırk, din üstünlüğü gibi kavramlar yerine, insan kardeşliği öne çıkıyor. 21 yüzyıla girerken dünyanın hala çözümleyemediği meseleler, 13. yüzyılda Anadolu'da bu kültürde çözülüyor.
- Aleviler eşittir Türk - İslam sentezi yaklaşımına nasıl bakıyorsunuz?
- Burada Anadolu Müslümanlığı'ndan söz edebiliriz. Kültürü taşıyan iki önemli öge vardır. Biri dil, diğeri din. Din ve dilden soyutlanmış kültür yok. Aleviler kurban mitosu çerçevisinde gelişen dini öğeleri, her zaman zulüm görenden yana, zalime karşı politik görüşte birleştirmiş. Sol tabanla bütünleşmeye bu noktadan gelmişler ve insan sevgisini öne almışlar. Dil de çok önemli. Türk dilini geliştirenler de Alevi ozanlar.
- Başka katkıları da olmuş mu?
- Osmanlı İmparatorluğu'nun bu kadar gelişmesinin altında da Bektaşiler ve felsefesi yatar. 'Rumeli fethinde ol gerçek veli, tahta kılıç tutar ol batıl eli.' Tahta kılıçın anlamı, kesmeyen kılıçla gitmek fetihe, yani gönülle gitmek, kültürle gitmek... Diğer boyut ise; tahta kılıç, Şamanlar'da da önemli bir simge... Burada bir Türk Müslümanlığı ve Müslümanlığın Türk yorumu söz konusu. Osmanlı İmparatorluğu, böyle bir hoşgörü, değişik kültürleri ve dinleri kabul etme ortamından doğdu. Osmanlı ordularının, bu büyük fütuhatı yapan, şimdi bizim muhafazakarların övündükleri köprüleri yapan orduların Piri Hacıbektaş zaten.
- Osmanlı sonradan Arap kültürüne mi meyletti?
- Bu biraz komplike.. Osmanlı kendini bunların üzerinde görmüş ve üzerinde gördüğü içindir ki, 'İslamiyet'in merkezi burasıdır' diye hilafeti getirmiş. Aslında Osmanlı İmparatorları'nın hiçbiri Hac ziyaretine gitmemiş. Hicazı alan Yavuz Sultan Selim bile, oralara kadar gitmesine rağmen yapmamış. Yine oraya kadar giden Şehzade Korkut bile yapmamış. Bunun 'Araplaşma' değil, sarayın halka yabancılaşması olarak görüyorum. Kendini halktan tamamen koparmış. Neden Anadolu'nun bu kadar yaygın çalgısı bağlama sarayda yok? Ya da bir tane türkü? Türkçe'yi de sevmiyor. Türk demek hakaret demek, biz acemi diyoruz, 'acemden' geliyor, 'dürzi' diyoruz, o da bir kavim, küfür oluyor. Canbolatlar'ın kavmi. Türk, kaba saba cahil, köylü, dağlı adam demek.. Etrakı bi - idrak, idraksiz Türkler, türki bedlika, çirkin yüzlü Türk.. Tamamen ayrı görmüş ve dışlamış.


"Fatımadır asılları,
Havva ana nesilleri,
Çok içinde, bilginleri,
Özünde hak görenlerin.
Lazımdır onlara hürmet,
Çünki er'e eder hizmet.
Hizmettir makbul-i hazret,
Yol ve erkan bilenlerin."
Aleviler'in kadına bakışı, verdiği değer, Bektaşi ozanın bu dizelerinde yer alıyor. Alevilik'te kadın erkek ayrımı yok. Can var, yani insan. Bu kadın - erkek birlikteliğinin de yollarını açmış onlara. İbadet sırasında da, günahta ve sevap ta da. Batının bile yakın bir geçmişte tanıdığı kadın erkek eşitliği, yüzlerce yıl önce Alevi toplumlarda çözümlenmiş.
'Alevi - Bektaşi Köylerinde Toplumsal Kurumlar' adlı kitabın yazarı Dr. Hüseyin Bal, Aleviler'de aile ve kadının statüsünü şöyle anlatıyor:
"Alevi - Bektaşi ailesini anlayabilmek için, onun orijini Türk aile yapısını anlamak gerekir. Halk arasında ailelerde tek eşlilik egemendir. Çocuklar üzerinde ana - babanın eşit hakları vardır. Kadının statüsü yüksektir. Kadın saygı görür. Kadının namusu yüksek değere sahiptir.
Yakutların mitolojisinde doğum tanrıçası Ayzıt, namusunu korumamış kadınlara doğumlarında yardımcı olmazdı. Türk mitolojisinde baba insan, ana kurttur. Hakanların yanında 'Ana Sultan'lar etkilidir. Cengiz yasalarında kadının mirastan çok pay aldığı, yemeğe bile önce kadının başladığı söylenirdi.
Alevi - Bektaşi topluluklarında mürşitlerin eşlerine 'Ana Bacı' deniyordu. Erkekler arasındaki hiyerarşik düzen kadınlar arasında da vardı. Kadınlar da kararlarda söz sahibiydi."
Aleviler boşanmaya pek hoş gözle bakmıyor. Dolaştığımız köylerde, eşinden ayrılan erkeğe hor bakıldığını gördük. Aslında gelenekleri bu. Boşanmada kadın erkeğe oranla biraz daha özgür. Erkek haklı bir neden olmadan eşini boşayamıyor, nedensiz boşanırsa da 'düşkün' sayılarak Cem'e sokulmuyor.
Ayrılmak isteyen kadınsa, neden göstermeye bile gerek yok. Alevi kadınlar eşleri ölünce yeniden evlenmeye pek yanaşmıyor. Köylerde yaşamlarını sürdürmelerini sağlamak için, dul kadınlara maddi destek sağlanıyor. Tokat köylerinde bu geleneğin en büyük sıkıntısını yaşlı dul erkeklerin yaşadığına bizzat tanık olduk. Kadınları ikna etmemiz için bizden yardım bile istediler.

YARIN: Almanya'da Dedeler kurulu


9 Ocak 1995, bir anlamda Aleviler'i dönemecin eşiğine getiren tarihti.
Güner Ümit'in talihsiz 'kızılbaş' esprisi, bardağı taşıran son damla olmuştu. 'Yeter artık' dercesine topluca tepki gösterdiler. Ve tepkiyi bir günde de bitirmeyip, sürdürdüler. Provakatörlere rağmen sağ duyuyu yitirmeden.
Neydi onları bunca galeyana getiren? Kızılbaş ne demekti? Ya da ne dememekti?
Alevilik terminoljisinde 'Kızılbaş'ın ne anlama geldiği ünlü Araştırmacı Irene Melikoff'tan alıntılarla veriyoruz.
Melikoff'un araştırmalarına göre 'Kızılbaş' deyimi Şah İsmail'in babası Şeyh Haydar'ın döneminde can buluyordu. Derviş hırkası giyip, başına sofu takkesi takan Şeyh Haydar'ın müritleri de derviş entarisi giyer ve başlarına sürahi şeklinde kırmızı bir külah takarlardı. Kırmızı renkli bu külah 12 dilimliydi ve 12 dilim 12 imamı, kırmızı ise Ehlibeyt'le kan kardeşliğini simgeliyordu.
Bu kızıl renk aynı zamanda Hz. Ali'ye bağlılığın da simgesiydi. Bu külah Şah İsmail döneminde bir tarikat tacının ötesinde siyasi bir fırkanın askeri serpuşunu ifade ediyordu. Aleviler bu nedenle Anadolu'da uzunca bir süre 'kızılbaş' diye anıldı. Aleviler'in yüreğini bunca yakan ise Kızılbaş olmak değil, kelime üzerine yüklenen gerçek dışı, gerçek dışı olduğu kadar haksız iftiraydı.

'KABEMİZ insan' diyor Aleviler. Allah'ın insanda olduğuna inanıyorlar. Ve 'Hak insandaysa, insana neden kötülük düşünürsün?' diye soruyorlar; ve ekliyorlar: "Düşmanın da insan, unutma."
Bu yaklaşım, insanlar arasında ayırımı felsefelerine aykırı kılıyor. Örneğin ırkçılığı yadsıyorlar, din ile siyaseti birbirine karıştıran şeriatı da.
Bu humanist felsefenin en çarpıcı sonuçlarından birine Hacıbektaş'ta tanık oluyoruz. Kırşehir'in bu ünlü ilçesinde cezaevi yok. Evet yanlış duymadınız.
Cezaevi var olmasına da, kapısına tam bir yıl önce koskocaman bir kilit vurulmuş. Ağaçlıklı bahçesi de halkın piknik yeri olmuş. Ben gittiğimde, kurbanlar kesiliyor, etler kavruluyor ve her geçene ikram ediliyordu.
Hacıbektaşlılar, "Biz de hiç olay olmaz ki, suçluları koyacağımız cezaevi olsun. Ayrıca burada herkes birbiriyle akraba. Üstelik felsefemiz sevgiye, dostluğa ve birliğe yönelik. Bir sorun oldu mu yaşlılarımız bir araya gelir, o sorunu çözer" diyor. Suç oranını sordum; "Yüzde 2 ya da üç" dediler. Nadir de olsa bir suç işlendiğinde Kırşehir'e gidiyorlarmış. "Herşeyimiz var" diyorlar, "Kaymakamımız, jandarmamız, savcımız, ama sabıkalımız yok. Özbe öz Hacıbektaş'lıların içinde sabıkalıya rastlayamazsınız."
Cezaevi binası ve çevre arazi Maliye Bakanlığı'na aitmiş. İki yıl önce İçişleri Bakanlığı'na müracaatla kapatma dileklerini iletmişler. Bir yıl sonra da onay almışlar. Şimdi heyecanla araziyi belediye olarak satın alıp, üzerine güzel bir park kurmayı planlıyorlar.
İnanılmaz ama gerçek.



Yazarlar