''Kehribar zamanında Aşk''

Son zamanların en güzel dönem romanı. Hem de birebir tanıklık eden kişinin kaleminden. Çok sevdiğim yazar dostum Bige Güven Kızılay, aneeanne ve dedesinin aşkını kaleme almış. Hastalarımın gençlik yıllarını anlattıklarında hissettiklerimin bir benzerini hissettim kitabı okuduğumda. Bambaşka ve çok daha saf duyguların olduğu bir dünyaya götürüyor bu kitap sizi. Kadılık makamının olduğu dönemlerden itibaren hukukçu bir ailenin öyküsü bu. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş dönemlerinde yaşananları, bir başka gözle görmemizi de sağlayan tarafları var. Okumanızı ısrarla öneririm. Sevgili Bige'nin annesi Av. Ülkü Türk Güven de beni kırmayarak katıldı röportajımıza. Şimdi Sevgili Bige Güven Kızılay'a kulak verelim...

Haberin Devamı

Ne kadar güzel bir isim "Kehribar Zamanında Aşk", neden bu adı verdiğinizin hikayesini kısaca anlatabilir misiniz?

İki nedeni var, birincisi, erkek kahramanımızın gözleri kehribar rengi. Çok güzel ela gözleri vardı dedemin.. Başka kimsede öyle değişik renk görmedim, ortası akide şekeri gibi sarı, kenarları gri hareli... Çok da güzel bakardı... Dolayısıyla kehribar rengi aklıma hep sevgiyi getirir. İkincisi ve asıl nedeni, ben aşkı kehribara benzetirim... Biliyorsunuz, kehribar dediğimiz şey aslında reçinedir. Ve bir ağacın özsuyu gibi her insanın doğasında vardır. Ağaca bir zarar geldiğinde, bir dalı kırıldığında veya bir yeri çatladığında reçine salgılanır, orayı korumak için kaplar. Ve binbir mevsimi yaşar o reçine... En sert rüzgarlarda savrulur, yağmur taneleriyle dövülür, en soğuk karla kaplanır, en kızın güneşle kavrulur... Bütün bunların sonunda da çok değerli bir taşa dönüşür. Adına o zaman “kehribar” deriz. Aşk da böyle olması gereken bir duygu bence... Hayatta en çok kadın erkek ilişkilerinde sınanıyoruz sanırım. Fikir ayrılıkları, yokluklar, kişilik çatışmaları, ne bileyim, hastalıklar, maddi iniş çıkışlar, her birini farklı hava koşulları gibi düşünürsek, işte o koşullara ellerimizi kenetleyerek katlanabildiğimizde, sonunda aşkın da bir kehribar hali vardır diyorum ben. Onların hikayesinde ise, ben doğduğumda, kendi aşklarının kehribar zamanını yaşıyorlardı ve ben buna tanık olarak büyüdüm, yetiştim.

Haberin Devamı

Gerçekten inanılmaz bir aşk hikayesi, sadece masallarda olabilecek türden. Nasıl yazmaya karar verdiniz?

İnanın belli bir zamanı yok. Geriye bakıp düşündüğümde sanki dünyaya geliş amaçlarımdan biri de buymuş diye bile düşünüyorum. Kendimi bildim bileli onların hayatını yazacağımı düşlerdim... İlk refleksim, benim için çok değerli, canımın içi iki insanı ölümsüzleştirmekti sanırım. Çok da kolay olacağını sanmıştım, oysa klavyenin başına oturunca, sadece çocukluktan beri duyarak büyüdüğüm veya tanık olduğum olayları yazmakla sınırlı kalamayacağımı anladım. “Bir aile akşam sofraya oturdu mu neler konuşurdu ?” sorusundan hareketle, 1940-1970 arası gazete başlıkları taradım. Bana inanılmaz bir yolculuk oldu. Bu sayede, bugünün Türkiye’si ile, o dönemin Türkiye’sini çok farklı bir pencereden karşılaştırma şansım oldu. Ve bana inanılmaz bir ufuk açtı. Onların, o gencecik cumhuriyetin bilge neslinin, nasıl inançlı, umutlu, çalışkan, sabırlı ve azimli olduklarına bakıp, bugün şikayet ettiğimiz konulardan ve yılgınlığımızdan utandım. O yüzden romanın kapağında Atatürk’ün “ Dinlenmemek üzere yola çıkanlar asla yorulmazlar” sözünü kullandım. Çünkü o nesil cidden “dinlenmemek üzere” dünyaya gelmişler. Ben her ikisinin de ağzından bir kez “yoruldum” lafını duymuş değilim. Biz ise sanki dinlenmek için doğmuşuz da çalışarak eziyet görüyormuşuz duygusu içindeyiz. Bu değişim ne zaman oldu sorusu ayrı bir kitap konusu, ama bence bu romanı okuyarak hepimizin bir şeyden şikayet etmeden, umutsuzluğa kapılmadan önce kendi anneanne ve dedelerimizi hatırlamamız gerek. Onlardan örnek almamız gereken çok şey var, özellikle değer yargıları ve bakış açıları konusunda... Kaybolan erdemleri yeniden gündeme getirmemiz umuduyla yazdım bu kitabı diyebilirim...

Haberin Devamı

Kitabın her sayfasında ayrı bir dünyaya girdiğinizi hissediyorsunuz sanki. Aslında yazmış olduğunuz romanın büyük kısmı sizin yaşamadığınız bir döneme ait. O tadı verebilmek için çok araştıra yapıp, iyice özümsemek gerektiğini düşünüyorum. Bunu nasıl başardınız?

Televizyonun olmadığı o güzel, büyülü zamanlarda, bizim evde akşamları sohbetle geçerdi. Fonda radyoda Türk Sanat Müziği çalar, veya bahçede cırcır böceklerinin ötüşü eşlik eder, annemle dayım şiirler okurlardı. Sonra da anneannemle dedem hep anlatırlardı. Biz kendi kendimize çok gülen bir aileyiz sanırım. Onlar eskilerden bahsederken kah güler, kah gözlerimiz dolu dolu, öyle masal dinler gibi dinlerdik. Annemle başbaşa kaldığımızda da çok konuşuruz eskilerden.. Hala da yüz kere dinlediğim, çok da iyi bildiğim bazı anıları annemin ağzından dinlemeye bayılırım... Çok da canlı anlatır. O kısım annemin başarısı sanırım. Bana gelen kitap yorumlarında “Sanki içinde yaşar gibiydik, sanki o evin içindeydik...” diyen çok oluyor, o ailemin olayları bana anlatmaktaki içtenliğinde yatıyor bence. Yani çok içselleştirmişim ki, yazarken de film tadı verebilmişim... En çok da anneme teşekkür borçluyum burada.. Onun aktardıkları dile geldi, kelimeler döküldü.

Sizin ailenizi anlatan bir roman olduğundan dolayı, roman içerisindeki karakterlerden, halen hayatta olanlarını memnun etmek sizin için zor olmadı mı? Hiç kimseyi incitmeyecek biçimde yazmanız gerekmiştir çünkü.

Romanı yazmakla ilgili en çok zorlandığım kısım tam da bu işte. Düşünün ki, hayatta en yakın, en sevdiğiniz insanlar.. Ve siz elinize kalemi almış, onların yaşadıklarını kendi yorumunuzla kitap haline getiriyorsunuz. Çok büyük sorumluluk. Birisini incitir miyim diye uykularım kaçtı desem yalan olmaz. Hepsine teker teker okuttum, hepsinin onayını aldım. Onaydan öte, “kalpten kabulunu” aldım diyelim. Bir tek kişi, “Bige beni böyle mi görüyormuş ?” deyip üzülseydi, kendimi asla affetmezdim. Hepsine gönül dolusu teşekkür ediyorum, o kadar olgunlukla ve sevgiyle karşıladılar ki, ben de cesaret aldım onların desteğinden... Bu roman ailemizde müthiş bir sevinç yarattı diyebilirim. Alnımın akıyla çıktığım için şükrediyorum.

Ben hikaye içerisinde Yargıtay Başkanlığı makamına kadar yükselen dedenizin dürüstlüğüne hayran kaldım. Hakikaten sadece roman kahramanı olacak niteliklere sahip bir adammış. Kitapta olmayan onunla ilgili anımsadığınız birkaç anınızı anlatabilir misiniz?

Romanda da geçiyor ya, dedem meslekler konusunda ana renkleri tutar gibiydi diye.. Ben ODTÜ Sosyoloji mezunuyum, ve çok istediğim bir bölümdü. Yalova’daki yazlık evlerinde üniversite sınav sonuçlarını beklediğimiz sıralarda sormuştu, “ Evladım, sosyoloji okumak istiyorsun anladım, ama oradan mezun olunca ne olacaksın?” Dilimin döndüğünce ona anlatmış, ama sorusuna da direkt bir yanıt verememiştim. Yine bir akşamüstü güneş batarken el ele dilek dilediğimiz bir gün, ben ona ne diledin diye sorduğumda, “Arzu ettiğin yere girmeni diledim..” demişti.. Ve ben orayı kazandığımda ben mutluyum diye çok mutlu oldu. Sonrasında mezun olunca da Sümerbank’da işe girince çok sevinmişti, onların kuşağı için devlet memuru olmak çok prestijli ve güvenli bir şeydi. İçi rahat etmişti yani. Bir de yirmili yaşlarımda bile, ne zaman evlerine gitsem beş yaşındayken beni nasıl karşılıyorsa öyle karşılardı.. Ayağa kalkar, ellerini birbirine vurarak, “Aman da aman, kim gelmiş, canımın canı gelmiş..” diye... Sonsuz bir coşkuyla... O hali gözümün önüne geldikçe hala burnuma incecikten bir sızı gelir oturur.

Aslında benim en çok etkilendiğim kısımlardan birisi Cebeci'deki köşkün bahçesi. Her şeyin organik yetişmesi ve bahçeden yemeleri. Akşamları orada kurulan sofralar... Bunları siz sadece annenizin anlattıkları ile hatırlayabilirsinizi sanırım ama Ülkü Teyzeyi de tanıdığımdan bu soru da ona olsun. Bahçe ile ilgili birkaç anı daha istesem çok şey istemiş olur muyum? Hayalimde daha net canlansın istiyorum :)

İlk kameriye gelir aklıma.. Arka taraftan bahçeye inince o çıkardı karşımıza.. Kocaman demir borulardan yapılmış, ama çiçeklerden neredeyse demirleri görünmeyen… Sağ yanını, geceleri mis gibi kokan hanımelleri sarmış, öyle ince, öyle güzeller ki. .Karşı tarafı mis kokulu, minik pembe sarmaşık güllerinin yeri; hani annemin sabahları bir tane alıp yapraklarını çaya attığı. Bu güller, annemle babamın yatak odasının penceresini de süsler. Kameriyenin ortasında yerler çakıl taşı. İrili ufaklı, siyahlı beyazlı. Ortada bir havuz var minik... Dışı maviye boyalı.. Bir de fıskiye... Bazen o fıskiyenin üstüne pinpon topları yerleştiriyorlar, suyun hareketiyle o minik toplar dans edip duruyor. O kameriyenin içinde hep bir tatlı su sesi var inceden... Şırıl şırıl... Demirden yapılmış bir masa ve sandalyeler.. Sandalyelerin bir kısmı kapalı durur, bir misafir geldiğinde açılmak üzere. Masanın üstünde gündüzleri örtü olmaz, biz de Ülker ablamla üç taş oynarız. Akşamları, evin erkeklerinin gelme saatine yakın, kolalı, işlemeli örtüler serilir. Kahveler, en çok Beyba dedemin içtiği bol köpüklü sade kahveler, yaldızlı, ayaklı kahve fincanları. Dedem bahçede daha az değerli fincanları kabul etmiyor çünkü. Onun keyfi de o. Kalabalık ailemiz, gelen misafirlerle görmüş geçirmiş kameriyemiz. Bugün duruyor olsaydı, dili olsaydı neler anlatırdı kim bilir...