Değişim; kodlanılandan, benimsenenden kısacası bilinenden bir tür ayrılık anlamına geliyor. Ayrılık ise atfedilen anlama göre şiddeti belirlenen bir yas sürecini ifade ediyor. Çoğu insan, bir yandan dönüşümü ve ilerlemeyi arzularken bir taraftan da değişimin bir noktada belirsiz olma halinden korkuyor.
Psikoterapi seanslarında, değişim yaşamak için başvuran danışanların aynı zamanda arzuladıklarının aksine bir taraftan da değişime karşı dirençli olduklarını görebiliyoruz. Çünkü, değişim içerisinde sonsuz potansiyeli barındırıyor ve bu yanıyla da sonsuzluk olarak algılanıyor. Kişi, güvende hissettiği konfor alanını bırakmamak için direnebiliyor. Halbuki, değişim aynı zamanda bize ilerleme ve gelişim vadediyor. Yaşamda, esnek olan, yeniliklere açık olan yani adapte olabilen her türün evrimsel olarak hayatta kaldığını ve bir sonraki jenerasyona genlerini taşıyabildiğini biliyoruz. Adaptasyonun önemini hem biyoloji hem psikoloji ana bilim dallarından öğrenmiş olsak dahi değişim, tüm çağlarda hem istenen hem de korkulan ikircikli bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Özünde, değişebilme ve kendisini gerçekleştirebilme potansiyeliyle doğan insan, yetiştirilme tarzının sunduğu işlevsiz öğretiler ve bazı kültürel öğeler ile yeni olana kendisini kapatabiliyor ve hatta yeni olanı dışlayabiliyor. Örneğin; ‘’Gelen, gideni aratır.’’ Atasözü değişimle ilgili yanlış yorumlanan kültürel öğelerden biridir. Atasözleri çok kıymetli olsa dahi bazıları zaman içerisinde yanlış yorumlanabilmektedir. Deneyimlemeden, bize neyin iyi ya da kötü geleceğini bilemeyiz. Buradaki en önemli nokta, kendimize ve bir başkasına zarar vermeyecek şekilde hareket etmemizdir. İnsanın, temel haklarından biri özgürlük olsa da aynı bizim gibi diğer insanların da hürriyetlerine saygı gösterilmesi gerekliliğinin hayati öneminin altını çizerek, deneyim olmadan gelenin, gidene minnet mi duymamızı sağlayacağını; yoksa, gideni aratacağını mı bilemeyiz. Bu noktada, değişimin ne anlama geldiğine bakmak gerekir.
Değişim, duygularımızın farkındalığını ve bizi engelleyen sebeplerin keşfini içeren, kendi potansiyelimizi ortaya çıkarmak ve daha iyi bir yaşam sürebilmek adına yaptıklarımızı kapsayan bir süreci ifade eder. Her süreç, içerisinde hem olumlu hem olumsuz hem kolay hem zor öğeler barındırabilir. Dünyada var olan her şeyde dualite vardır. Süreç içerisinde, zaman zaman zorluklar ya da bazı pürüzlerle karşılaşan insan, bunları güvenliğine bir tehdit unsuru olarak algılayabiliyor. Ancak, tarihe bakıldığında da her olumlu değişim, bazı zorluklarla beraber sağlanabilmiştir. Kolay pes ederek, en iyi ihtimal ile ancak yerimizde sayabiliriz; fakat, ilerlemeyi ve kendisini ortaya koymayı hedefleyen, daha iyi yaşamayı ve hissetmeyi amaçlayan kişi, birtakım zorlanmalar ile birlikte yola devam edebilmelidir. Çünkü değişim yolunda karşımıza çıkan engeller gerileme değil; sürecin doğal bir parçasıdır. İnsanın, algılama ve yorumlama şekli, devam edebilme gücünü de belirler. Örneğin; belirsizlik kötüyü getirir çarpıtılmış yorumlaması ile belirsizliğin içinde aynı zamanda ne sürprizler ve fırsatlar vardır yaklaşımındaki gerçekçilik, kişinin kendisini gerçekleştirme yolunda büyük farklılığa neden olur.
45 ile 60 yaş arasındaki bireylerde, depresyon ile benzer bir duygu durumun ortaya çıkabildiği hem araştırmalar ile hem klinik gözlemlerle ortaya konmuştur. Psikiyatrist hekim ve aynı zamanda psikoterapist olan Christophe Faure’nın yürüttüğü araştırmada 45 ile 60 yaş arasındaki danışanlar, somut olarak hiçbir neden olmaksızın, hayatlarının stabil seyrettiği bir dönemde çökkün duygu durumun ortaya çıktığını paylaşmışlardır. O güne kadar, yetiştirilme tarzıyla adeta anne ya da babasının birer kopyası olan, duyguları bastırılması dayatılan ve yeniliğin daha kötücül bir yerden bakıldığı kültür ile harmanlanan bir birey, iki yaş bireyselleşme sürecinde baskılanma yaşanma olasılığıyla da birlikte orta yaşlarında, Carl Jung’ın da bahsettiği bireyselleşme sürecinin artık bastıramadığının bir göstergesidir. Ne kadar baskılarsak ya da ne kadar ertelersek erteleyelim, dünyada ve insanda değişim ve özünü ortaya koyma arzusu kaçınılmazdır.
Daha yaşanılası ve iyi bir dünya düşlüyorsak; bireysel olarak gelişim projelerimize başlamalıyız. Önce doğulur; sonra büyünür. Önce emeklenir; sonra yürünür ve daha sonra koşulur. Birdenbire, büyük değişimler yapmak durumunda değiliz ve hatta bu tür değişimler kalıcılık da sağlamaz. Her adımın, özümsenmesi gereklidir ve bunun içinde yavaş yavaş benimsenecek miktarda, küçük adımlarla değişim sürecine başlanmalıdır. Psikoterapi de tam da bu yüzden, daha sık yapılmasını gerektirecek başka bir aciliyet yok ise haftada bir yürütülmesi gereken bir süreçtir. O süre zarfında, seansta konuşulan ve paylaşılanların üzerine düşünülmesi, rüyalar dahil olmak ile beraber süreçteki tüm sembollerin izlenilmesi, iç gözleme gidilmesi ve gerekli davranış aktivasyonlarının o hafta içerisinde danışanın hayatına entegre edilmeye çalışılması içindir. Zorlanmaların olacağının ve bunun çok doğal olduğunun kabulü hedeflenen değişim için küçük davranış değişiklikleri yapmaya devam etmek önemlidir.
Durmadan değişen koşullara uyum sağlayabilmek; ancak, kendimize değişim izni verebilmek ve değişmeye gönüllü olmak ile eş zamanlı, hedefe hizmet eden davranış aktivasyonuyla mümkün olabilir. Gelecek hafta, hedeflediğimiz değişim için nereden ve nasıl başlayabiliriz konulu ip uçları içeren yazımda buluşmak dileğimle…
Sağlıcakla kalın.
Uzm. Psikolog Özlem Nur Tulum