Telejenik, telematik, televizyon harikası. Ne derseniz deyin. Gerçek bir televizyon mucizesi o. Yayın anında, "kameranın kırmızı ışığı yandığında", büyüleniyor Berna Laçin. "O ışık yanmıyor mu?" diyor, "Müthiş bir zevk duyuyorum..."
Heyecan, gerginlik, stres bu sözcükler yok Laçin için. Kamerayı teninde yaşıyor. "Onu" aklından hiç çıkartmadığını söylüyor örneğin. Kamerayı izliyor, kolluyor, seviyor. Milyonlarca izleyici ile arasında köprü kuran o elektronik böceği sürekli "teninde hissediyor"...
"Yayında olmak", adrenalin dopingi ile eşanlamlı geliyor Berna Laçin için "Ben sürati çok severim" diyor, "Araba kullanırken olduğu gibi. Hız, hata olasılığını artırıyor. Tehlikeli olabiliyor bu yüzden. Ama müthiş heyecan veriyor. TV böyle bir şey. Adrenalinimi yükseltiyor..."
Bu söyleşinin fotoğraflarını televizyon stüdyosunda çektik. Sohbeti, tiyatroda başrol oynadığı "Yeni Baştan" adlı oyunun kulisinde yaptık. Arkadan sahnede de izledim kendisini. Televizyon kamerasının ardındaki milyonları ve canlı yayın temposunu, bir tiyatro salonunun atmosferinde yakalamak mümkün değil. Tiyatro sahnesi Berna Laçin'e artık dar geliyor. O da biliyor bunu. "Tiyatro mu, TV mi?" diye sorduğumda, "Vermem gereken cevap, tiyatro. Bu cevabı vermemi bekler tüm arkadaşlarım. TV'yi herkes tukaka görüyor. Ama doğrusu bu ya! Ben TV'yi çok seviyorum" diyor.
Berna Laçin, çağının kadını. Canlı, hızlı ve cıvıl cıvıl. 28 yaşında, "koyduğu tüm hedefleri elde etmiş" müthiş bir profesyonel aynı zamanda. Onu tanıdığıma çok memnunum. Televizyonun ne demek olduğunu bana anlattığı için...
- "Çocuktan Al Haberi" ile büyük sükse yaptınız. Çocukların dili farklı. İletişimde zorluk çekmiyor musunuz?- O dili çok iyi kavramış durumdayım. "Atı alan Üsküdar'ı geçer mi?" diye bir soru geliyor mesela. Büyükler, çocukların cevabını düşünmeden, "Geçer!" diyor. Ben hemen "Geçmez" derdim diye düşünüyorum. Çocuk mantığı farklı çünkü. Çocuk, at ve Üsküdar, at ve denizi düşünüyor. Mecazi düşünce gelişmemiş çocukta. O somut düşünceyi ben çok iyi kavrıyorum. Çocuklar da tam benim düşündüğüm cevabı veriyor.
- İşin sırrı bir mantıktan diğerine hızla geçmek...- Ben spontanım. Yaşamda da öyleyim. Etrafla iletişimim öyle. Biriyle otururken, pat ayağa kalkıp taklit yaparım. Döner kitabımı okurum. Çekimlerde rol arkadaşlarım bu yüzden zorlanır, şikayet ederler. Kamera 5 - 4 - 3 - 2 - 1 diye sayarken orada fıkra anlatırım ben. "Kayıt" dedikleri anda, iki göz iki çeşme sahneye girerim. Arkamdaki oyuncu kalakalır. "Ama şey, fıkra anlatıyorduk... falan..." "Yok" derim, "Orada bitti. Kayıt dediler!"
- Program ilk teklif edildiğinde nasıl karşıladınız?- Kanal D programı BBC'den satın aldı. "Tam senlik" dediler ve kasetleri yolladılar. Bana hemen cazip geldi. Ama önceleri çocuk meselesi bizi düşündürdü. Çünkü Avrupalı çocuk rahat. Soruya 5 cümleyle cevap veriyor. İlk programlarda bizimkiler evet diyorlardı. "Eyvah" dedim ben. Sonra bir açıldılar. Şimdi bir soruyoruz, on dakika konuşuyorlar.
- İzleyiciler çocuk mu, büyük mü?- İngiltere'de de "prime - time" programı bu. Biz baştan, erken saatte, saat 6'da girmiştik programı. Kanal şöyle düşünmüştü: "Çocuklar Türkiye'de belirleyici, önemli bir seyirci. Kemal Sunal filmlerinin çok tutmasının en büyük nedeni bu. Çok şeyi çocuk belirliyor. Önce onları tavlayalım."Ben, ilk günden "Çocuk değil, aile programı bu" diyordum. Aile ekran karşısına oturuyor ve "Sen de söyle bakayım çocuğum" deniyor büyük ihtimalle. Ev halkı kendi çocuklarının söylediğine de gülüyor. Çok tuttu program. Ve kanal bunu otomatikman "prime - time"a taşıdı.
- Çocuklar arasında popülariteniz arttı mı?- Çok. İnanılmaz. Bunun en güzel örneğini geçen gün Galleria'da yaşadım. 20'ye yakın bir grup çocuk buz pateni yapıyor: "Yılın annesi! Yılın annesi!" diye bir ağızdan bağırmaya başladılar beni görünce.
- "Enişte kim? Türkiye'nin eniştesi", "Demirel Kim? Hayalet", "Zengin kim? Fakirler yaşlı, zenginler genç..." Çocuklar bu cevapları nereden buluyor?- Çocuk, işin özetini söylüyor. Bana şimdi sorsalar: "Meclis nedir?" Özet iki kelimeyle cevap veremem. Çocuk, "Kavga edilen yer" diyor. Bu büyük sorunu yalın biçimde özetliyor. Bunlar üç buçuk - beş yaş arası çocuklar. Beşin üstü yok. "Haberlerden duyuyoruz" diyorlar. Haber izliyor çocuklar. Biz çocukken nefret ederdik. Ben hatırlıyorum, dedem "Ajans. Susun" derdi. "Amaan" derdim ben, "gene ajans, gene ajans..." Hayat dururdu çünkü. Haberler şimdiki çocuklara eğlenceli geliyor. Biri bana bir Susurluk anlattı: "Bir küçük araba var. Bir büyük araba var. Küçük arabada kötü adamlar var. Onlar zaten birbirini öldürecek. Onlar adam öldüren adam. Küçük arabayla, büyük araba çarpışıyor. Küçük arabadakiler ölüyor. Türkiye aydınlığa kavuşuyor..." Çocuk böyle anlatıyor.
- Sunuculuğa oyunculuğunuzun katkısı var mı?- Ben sunuculukla, oyunculuğun karıştırılmasına karşıyım. Bu işin iki boyutu var. Bir spontan, diğeri de teknik yanı. Çok insan bunu birleşik kavrar ve düşünür. İkisini ayrı düşünüyorum ben. Teknikten çok spontanlığa ağırlık veriyorum. Sunuculukta spontanlık çok önemli.
- Tiyatro mu, TV mi?- Şimdi çok insan beni kınayacak - TV tukaka görülen bir şey ya. Ama ben TV'yi çok seviyorum. Çünkü çok heyecan verici buluyorum. Paramı da TV'den kazanıyorum. Tüm yaşamımı kuran, standartlarımı sağlayan her şey TV. Tiyatroda üstüne verir durumdayız. Ama tiyatrodan da vazgeçemiyorum.
- TV'nin tılsımı?- Bunu Pasha'da Show TV'nin bir tanıtımında yaşadım. Tak tak müthiş ritmli, gür bir müzik eşliğinde baktım resimlerim geliyor dev ekrana. Çarşambaları, Berna Laçin, perşembeleri filanca... O ritm, o duyguyla kalbimin çarptığını, yüzümün kızardığını hissettim. Adrenali yükselten bir şey TV. Çok hızlı. Bunun dezavantajları var. Ama ben o sürat duygusunu seviyorum. Araba kullanmaktaki sürat gibi, hızlı ve tehlikeli. TV de öyle. Hızlı yapılınca hata olasılığı arttığı için tehlikeli olabiliyor. Ama çok da heyecanlı.
- Bir TV sunucusu için olmazsa - olmaz özellikler ne?- Bir kere supleks yani kıvrak olmak. Asla gerilmeyecek. Canlı yayında tavandan avize düşse, kamera devrilse, heyecanlanmayan bir yapıya sahip olacak. Ayrıntıları takip etmek, dikkatli olmak ve seri düşünmek lazım. Ses ve konuşma açısından da iyi bir eğitim gerekiyor.
- Bizde önüne gelen sunucu. Sunucu - mankenleri başarılı buluyor musunuz?- Bulmuyorum tabii. TV sunuculuğunda bacaktan önce beyin lazım. Bu yalnız fizikle götürülebilecek iş değil. Komple profesyonellik gerekiyor. Doğallıkla, aleladeliği de birbirinden ayırmak gerek. Konservatuvarda bize bu öğretilirdi. Manken dedikleri falan alelade. Bunun esprisi yok. Doğallık başka. Yaşar gibi. Ama yaşamdaki heyecan verici anlardaki gibi olmaya gayret etmek gerek.
- Kameranın kırmızı ışığı yanınca ne hissediyorsunuz?- Çok zevk alıyorum. Bayılıyorum. O bir anlık bir şey. O ışık yanar ve sen adama bir şey söyleyeceksindir. Onu toplarsın içinde. Bir saniye vaktin vardır, o lafı etmek için. Vurdun, vurdun. Gol atmak gibi.
- Kamerayı unutur musunuz?- Hiç unutmam. Kameraya göre hareket ederim hep. Etrafımda gözüm kapalı kamerayı dolaştırsınlar, nerede olduğunu bilirim. Garip bir elektrik o. Sırtım dönükken, arkamı görmüyorum mesela. Ama öyle ayarlarım ki, döndüğümde tam kameradaki kadrajıma girerim.
- Kamerayı "teninizde hissediyorsunuz"...- Evet, tüm kameramanlar söyler bunu bana. Kameramanın işi zor. Şimdi gelip önünüzde dursam, yarıdan aşağı gölge girer. 40 açı değiştirmesi lazım adamın. Bunları hep kollarım. Nereden daha iyi görünürüm? Duygumu nereden daha iyi anlatırım? Nasıl dönersem, kameranın hangi yanından bakarsam etkili olur? Bunları hesaplarım. Bir gözüm hep kamerayı görür.
- Kameranın gözünü nasıl tanımlarsınız?- Yaşamın incelikleri ve detayları.
- "İzleyicinin frekansını kamera aracılığıyla yakalamak." Sunuculuk bu mu?- Mutlaka ama işte o frekansı yakalayabilmek, sizin elektriğiniz ve enerjinizle ilgili bir şey. Ben yüksek enerjili biriyim. Günlük hayatımda da öyleyim.
- Sizi farklı yapan ne?- Bende şeytan tüyü var. O işte "charm" dedikleri. Yani karizma. Bu, sonradan edinilen bir şey değil. Bir insanda doğuştan ya var, ya da yok.
- Para ve ün sizi değiştirdi mi?- Zerre kadar değiştirmediği kanısındayım. Ben mimarlık fakültesinden ayrıldım. Mimar olsaydım, yaşamım mütevazi olacaktı. Ama gene mutlu olacaktım ben. Para önemli ama mutluluğa birebir endeksli değil. TV sayesinde bugün her istediğimi alıyorum, yiyorum, giyiyorum, geziyorum. Yatım ya da uçağım olması şart değil. Ayrıca böyle bir isteğim de yok. Öyle hedefler koymuşum ki kendime, zaten hepsini elde ettim.
- Ün paradan daha mı cazip?- Şöhret meraklısı değilim. Ama ünü seviyorum ve bunu bir sıcaklık olarak yaşıyorum. Kendiliğinden geldi ün ve kendiliğinden geldiği için de keyifli oldu.
- Yaşamınızda şansın rolü ne? Yıldız Kenter'le "Şafak Yıldızları"nın başrol oyuncusu olarak başlamışsınız sahne yaşamınıza. Tek rolle şöhret demek bu.- Tabii ki şanslıyım. Şansınızı iyi kullanırsanız, size "başarı" olarak döner. Şansı kullanabilmek lazım. Doğru zamanda, doğru yerde, doğru adam olacaksınız. Bunu mesela hep kollarım.
- Yıldız Kenter'in bıraktığı iz?- Beni yetiştiren odur. "Bir
oyun oturup çalışılmaz. Zaten devamlı düşünülür ve beyinde çözülür" derdi bize. Bunu bütünüyle özümsemiş bir öğrencisiyim ben Yıldız Kenter'in. Oyunculuğun düşünce ve beyinde bittiğini, disiplinli yaşamın önemini hep ondan öğrendim. Sigara, içki içmem mesela. Geceleri çıkmam. Çekimim varsa ona göre yatarım. Ah felaketimdir ben!
- Hem spontan, hem disiplinli nasıl bir karakter bileşimi bu?- Ben tuhaf bir şeyim. Birçok şeyin senteziyim. Orijinim gibi. Birçok ülkenin senteziyim. Kökenimde Polonya, Beyaz Rus ve bir Selanik tarafı var. Anneme sorsanız, "Berna duygularıyla mı davranır?" diye. "Hiç" der. Beynimle hareket ederim. Hep düşünürüm. Ama sevgi denen başka bir şey de var. Ben işte ikisinin arasındayim. Burcum da öyle.
Aslan burcuyum. Yükselenim ise
Başak. Ateşle mantığın çatışması. Yani denge. Dengeli bir insanım ben.