Cephede attan düşüp sakatlanan Atatürk, Reşat Nuri’ye ‘Sizin Çalıkuşu romanınızı okuyordum. Sayfalar ilerledikçe çektiğim acıyı unuttum’ dedi
Okul sıralarından geçmiş olup da Reşat Nuri Güntekin adını duymamış kimse var mıdır? Hele o tazecik yüreklerin heyecanla attığı okul yıllarında, Çalıkuşu Feride’nin aşkı için gözyaşı dökmemiş, eski İstanbul beyefendisi Kamuran’nın haline acımamış bir genç kız var mıdır acaba? Peki ya, “Çalıkuşu", “Dudaktan Kalbe", “Yeşil Gece", “Damga", “Acımak", “Bir Kadın Düşmanı", “Kızılcık Dalları" vb. romanlarıyla, kuşaklar boyunca insanımızın duyarlığını ve düşlerini besleyen üstat Reşat Nuri nasıl bir insandı? Onun gönül tahtında oturan hatun kişi kimdi? Nasıl bir yaşam serüveninin içinde yaratmıştı o seksen yıldan beri eskimeyen, hala aynı tatla okunan romanlarını?
‘Efendi nereye kaçıyorsun’
İşte bu soruların yanıtını verebilecek bir tek kişi var bugün yeryüzünde: Reşat Nuri’nin öğrencisi, aşkı, hayat arkadaşı Hadiye Güntekin... O, seçkin bir yazarın gönül kapısından içeri girebilmiş, yaşamın güçlüklerini onunla birlikte omuzlamış capcanlı bir roman kahramanı...
Reşat Nuri, Selimiye’deki dedesinin konağında doğmuştu. Yıl, 1889. Annesinin babası, Harbiye’nin ilk mezunlarından Serasker Yaver Paşa’ydı. Babası da askeri tabipti. Ve babasının görevi dolayısıyla Çanakkale, İzmir illerinde ilk gençlik çağını geçirmiş, ortaöğrenimini buralarda sürdürmüş, sonunda Moda’daki Saint Joseph Lisesi’ni bitirmişti. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden mezun olup da Bursa’ya atandığında takvimler 1913 yılını gösteriyordu. Zayıf, ufak tefek haliyle öylesine küçük görünüyordu ki, bir gün okuldan çıkarken kapıcı onu öğrenci sanarak koluna yapışmış, “Hey, efendi nereye kaçıyorsun" diye hesap sormuştu!
Hadiye Hanım’a gelince, o, bir başka doktor babanın kızı olarak ve Reşat Nuri’den yirmi yıl sonra dünyaya gelmişti. Çocukluğu, dedesinin Şehzadebaşı’ndaki konağında geçmiş, daha sonraki yıllarda Çamlıca Ortaokulu’nda ve Erenköy Kız Lisesi’nde öğrenim görmüştü. O daha ortaokul sıralarındayken, Reşat Nuri adlı sanlı bir yazardı. “Çalıkuşu" romanının tefrika edildiği “Vakit" gazetesini, okuldaki kız arkadaşlarıyla birlikte heyecanla okudukları günleri düşünmüş gibi anımsıyordu hala... O yıllarda Kadıköylü seçkin ailelerin çocuklarının gittiği Erenköy Kız Lisesi’ndeyse yaşamının en önemli sürpriziyle karşılaşacaktı Hadiye Hanım. Burada edebiyat derslerini, artık herkesin saygu duyduğu ünlü yazar Reşat Nuri Güntekin okutmaktaydı. Öğrencilerine karşı sevecen, kibar ve anlayışlı davranan Reşat Nuri, yalnızca ders okutmakla kalmıyor, öğrencileriyle birlikte, kendi yazdığı oyunları sahnelemeye çalışıyordu. Behice, Nahit ve Hadiye bütün etkinliklerin içindeydi. Ama nedense bu oyunlardan başrolü hep, sesinin güzelliğiyle de dikkati çeken ve aryalar okuyan Hadiye Hanım alıyordu... Bunun nedenini ünlü yazar, 1927 yılının haziran ayında, bir gün özel olarak söyleyecekti Hadiye Hanım’a: “Senden hoşlanıyorum. Sana karşı hissi bir yakınlık duyuyor ve evlenmek istiyorum!"
Yirmi yaş fark
Haziran’da okul bitmiş, ekim ayında da evlenmişlerdi... Hadiye Hanım’ın ailesi de böyle bir damadı övünçle karşılamakta tereddüt etmemişlerdi. Öteki kızlar arasındaysa kıyametler kopmuş, kıskançlıklar ayyuka çıkmıştı!
Evet, genç kız henüz on sekizindeydi o yıl; ünlü yazarsa otuz sekizinde, olgun, durmuş oturmuş bir Türk erkeğiydi... Bir Türk erkeğiydi Reşat Nuri, evet; alaturka musikiden hoşlanır, patlıcan yemeğine bayılır, öyle her önüne konan yemeği yemez, kaynatılmış suyla hurma tatlısı yapmaya bayılır, günde dört paket Yenice sigarasını peş peşe yakıp dudaklarının ucunda tellendirmeyi pek severdi ama; bunun yanında Batı kültürünü özümsemiş, ince bir insandı... Karısı rahatsız olmasın diye, alaturka musikiyi hafif sesle dinler, kendisi hoşlanmadığı halde karısını Batı müziği konserlerine, operalara götürmekten kaçınmazdı. Fransızca’ya ve Latin kültürüne, Batılılar’ı hayran bırakacak kadar egemendi. Bir defasında Fransa’da önemli kişilerin katıldığı bir toplantıda bilgisine hayran kalan yaşlı bir senatör ayağa kalkarak; “Mösyö siz kimsiniz" demekten kendini alamamıştı. Reşat Nuri’nin yanıtıysa pek mütevazıydı: “Ben bir lise öğretmeniyim!" Oysa o sırada, tanınmış bir yazar olmanın ötesinde, hem Türkiye’nin kültür ataşesi, hem de UNESCO daimi delegesiydi!
Kendiyle barışıktı
“İlk birkaç yıl çocuğumuz olmadı. Evde boş oturmamak için azınlık okullarında hocalık görevi aldım bir süre. Reşat Nuri gündüzleri çalıştığı için yazılarını geceleri yazıyordu. Dışarıdan gelince hemen robdöşambrını sırtına geçirir, çalışma odasına geçerdi. Yalnızlığı severdi zaten. Pek gelen gidenimiz olmazdı. Herkesin dinlendiği, uyuduğu saatlerde o yazılarını yazardı. Konu bulmakta bir sıkıntısı yoktu, hayır. Yalnız tiplerinin tek kişi olmadığını, değişik karakterlerden yararlandığını kendisinden dinlemiştim. Çevresine sıkıntı veren bir yazar olmadı Reşat Nuri hiçbir zaman. Ekonomik sıkıntılarımız olmaz mıydı? Elbette olurdu. Bir kez
devlet memuruydu kendisi. Onun dışında, telif alacaklarının peşine düşmezdi. Kitabının yeni basımlarını yapan yayınevinin önünden bile geçmezdi. Kaldırım değiştirirdi ki, para istemeye geldi sanmasınlar! Bütün sıkıntılarımıza rağmen neşesini, esprisini yitirmezdi. Kendiyle barışıktı. Hep gülerdi, gülümserdi. İnsanları severdi, ama eleştirmesini de bilirdi. Çünkü zekiydi. Birlikte bulunduğumuz toplantılarda, orada bulunanların adeta röntgenini çekerdi. Öyle ayrıntılar görürdü ki, ben farkında bile olmazdım. İnsanların gülünç yanlarını, iyiliklerini, kötülüklerini gözden kaçırmazdı. Derin bir gözlemciydi... Sigara paketinin arkasına devamlı notlar alırdı. Şaşardım onun dikkatine."
Atatürk’ün övgüsü
Türkiye’nin önde gelen yazarlarından biriydi Reşat Nuri, kitapları elden ele dolaşıyor, üst üste yeni baskıları yapılıyordu. Önemli devlet görevlerinde bulunmuş, milletvekilliği yapmış; devlet büyüklerinin yanı başında yer almıştı. Bir gün Atatürk, bu, Cumhuriyet’in güçlü kalemine şöyle iltifat edecekti: “Cephede attan düşüp sakatlandığımda, sizin Çalıkuşu romanınızı okuyarak zaman geçirdim. Romanın sayfaları ilerledikçe çektiğim acıyı unuttum!"
1938 - 1943 yılları arasında Çanakkale milletvekiliyken mali yönden biraz rahata erer Güntekin ailesi, bir ev sahibi olurlar. Atatürk de, İsmet Paşa da, okumuş yazmış, eli kalem tutan insanlardan devlet hizmetinde yararlanmaya özen gösteren kimselerdir. Bu nedenle İsmet Paşa, 1946’da, Reşat Nuri’yi yeniden Meclis’te görmek ister.
Seçim bölgesine gönderilir. Gelgelelim Çanakkale halkı artık tek parti yönetimini istememektedir. Reşat Nuri’ye, “Sana oy veririz, ama öteki arkadaşlarına vermeyiz!" demişler. Üstat kabul etmemiş bu öneriyi. “Ya hepimizi seçersiniz, ya da ben bu ekmekten yemem!" karşılığını vermiş. Sonuçta kaybetmiş...
Reşat Nuri Güntekin 1954’te emekli oldu, 1956’da da tedavi için gittiği Londra’da yaşama gözlerini yumdu. Arkasında, bir hayat arkadaşı, bir kız çocuğu ve telifleri ödenmeden basılan sayısız kitap bırakmıştı. Hadiye Hanım’ın, o kitaplardan başka tutunacak bir dalı yoktu hayatta. Cenk elbisesini kuşanıp Babıali yayıncılarına karşı savaş açtı çaresiz.
Telif savaşını kazandım
“O zamanlar, bir kez telif ödediler mi, yeterli sayar, bir daha ödemezlerdi. Hiç unutmam, mücadele ettiğim bir yayıncı bana, ‘Sizden bir ev satın alsaydım, ikinci kez para isteyebilir miydiniz’ demişti bana. Zihniyet buydu! Babıali Yokuşu’nu inip çıkmaktan yorgun düşerdim her gün. Bilmediğim bir konuda mücadele yürütmek durumundaydım. Neyse ki, kocamın yakın dostları, Mithat Sadullar, Muhsin Ertuğrul, Cevat Fehmi, Kemal Tahir yardımcı oluyorlardı bana. Onların iyiliklerini unutamam... Ve sonunda kazandım, Reşat Nuri’nin telif haklarını ele geçirdim. Bu alanda ilk savaşçı benim! Davayı kazandığımı duyunca, Ömer Seyfettin’in ayrıldığı eşi Calibe Hanım aradı beni bir gün telefonla. Telif hakları konusunda bilgi istedi... Bir de, o günlerdeki bir toplantıda garip bir olay yaşadım: Birkaç hanım kendi aralarında konuşuyorlardı, sen söyle, sen söyle diye... Merak ettim söyleyecekleri şeyi... Buyurun, dedim. İçlerinden biri, ‘Hanımefendi’ dedi, ‘siz bir isim taşıyorsunuz. Hakkınız var mı buna? Bu kılığınız kıyafetiniz nedir böyle?’ Sırtımda siyah bir palto vardı, başımda da eşarplı bir şapka. Demek ki yadırgamışlar. Bir kız çocuğuyla hayat mücadelesi veriyorum. Giyim kuşam aklıma bile gelmiyor... Yine de biraz özen göstermeye başladım o söz üzerine. Sokaktan geçiyorum; başımdan Paris’ten kalma bir şapka, üzerimde de bir tayyör... Bu kez şöyle bir söz işittim: ‘Hadiye Hanım kocaya mı varacak acaba?’ İnsanlara akıl erdirmek ne kadar güç!"