"Annemin sağlığında hep yasaklıydım. 'Oğlum niye seni TV'de göremiyoruz?' derdi. 'Beni ekrana çıkartmıyorlar. Çünkü denileni yapmıyorum' derdim. 'Yap be yavrum, seyredelim seni' derdi. O tavizi vermedim. Ve annem beni seyredemedi..."
Bu röportajı karanlıkta yaptık. Elektrikler kesildi. Ve söz, en ufak bir eleştiri ya da imanın "yasaklı", "sansürlü" olduğu; Türkiye'nin karanlık yıllarına gitti.
Yirmi yıl sansürle cebelleşmiş Kırca. Koltuğunun altında kayıt kasetleri, TRT denetimcilerine, yalvar yakar olduğu; beş yerinden değil de, iki yerinden kesilsin diye yaptığı ricaları anlattı. Bununla da kalmamış çektiği çileler. Uzun yıllar yasaklanmış, işsiz kalmış. On beş yıl boyunca İtalyan televizyonundan sürülen, "yasaklı" tiyatrocu - komedyen Dario Fo gibi tıpkı.
"Kimsenin ağzını açmaya cesaret edemediği dönemlerde 'kral çıplak' diyebildiği ve ezilenlerin onurunu iade ettiği için" bu yıl Nobel ödülüne layık görüldü Fo. Temennimiz, ünlü Türk komedyenin bundan sonraki kaderinin de İtalyan meslektaşına benzemesidir.
Dünya Tiyatro Günü'nde konuştuğumuz için belki; Fo'nun ödülü alırken söylediği sözler de, röportaj boyunca, aklımdan çıkmadı:
"Nobel'i yalnız ben kazanmadım. Mizah, hiciv ve özgürlük kazandı." demişti Fo, "Adıma verilen ödül, bu uğurda mücadele veren herkesin ödülüdür."
Levent Kırca, işte bunu hakkıyla yapanlardan biri. Yozluğu, yolsuzluğu, mafyayı, işkenceyi, bencilliği ve "darbecilik" gibi, Türkiye'de hicivle de olsa üzerinde konuşulması, tartışılması en zor alanları parodilerinde herkesten önce ve çekinmeden işleyen, aynadaki yüzümüzü bize gösteren bir sanatçı o.
Ama ödediği bedeli, "Bugün geldiğim yere, yirmi yıl önce gelebilirdim" diyerek anlatıyor Kırca; "Bu serüven yirmi yılımı aldı. Artık istediklerimi yapabilmek için önümde çok az zaman var."
Başarısı, serveti ve kolayca gülümseyen o kocaman gözlerinin ardında hazin bir hikaye var aslında. Ve o hazin hikaye yalnız onun değil, onun ve bizim, hepimizin hikayesi.
- Ülkenin en büyük mizahçılarından birisiniz, yıllarca sansürlendiniz. Sizde ne iz bıraktı?
- Belki de o sansürü yaşadığımız için, bugün mizahi açıdan bu kadar güçlüyüz. Ama o yıllar, hayatımdan da yirmi yılımı götürmüştür. Maddi, manevi şu anda olduğum yere 20 yıl önce gelebilirdim. Ve şimdi bir şey yapmayı düşündüğümde, "önümde on, on beş senem var" diyorum. Bu yıllar içinde şunları, şunları yapmalıyım. İnsan ömrü çok kısa. Ben 20 yılımı kaybettim. Ama taviz de vermedim, yolumdan dönmedim. Üstelik günün birinde özel TV'lerin açılacağını ve buralara gelinebileceğini de düşünemezdim...
- Gazinoda türkücüler arasında fıkra anlatmayı hiç düşünmedim" diyorsunuz...
- Seks filmlerinde de oynamadım. Öyle bir furya da vardı. Dönemin TRT Genel Müdürü beni odasına çağırıp, demiştir ki: "Biz seni çok seviyoruz. Ailem de çok seviyor, halk ta çok seviyor. Ülkenin hiç mi güzel yanları yok, Levent'ciğim?" Ben de demişimdir ki, Antalya sahillerinin güzelliğini çekin. Yani o konuda yapabileceğim hiçbir şey yok. Çünkü mizah, aksamayla başlar. Bu tavizi vermedim ve yıllarca aç, sefil çalıştım. Programlarımız yasaklandı, kaldırıldı. Seyircimle bütünleşme şansına sahip olamadım. Hatta bir gün rahmetli annem, "Oğlum, niye seni TV'de göremiyoruz" dedi. Beni TV'de görmeyi çok severdi. "Anacığım beni ekrana çıkartmıyorlar, çünkü onların dediğini yapmıyorum" derdim. "Yap be yavrum, seyredelim seni" derdi. Bunu yapmadım. Ve annem beni seyredemedi.
- Şimdi devlet tarafından ödüllendirilen bir sanatçısınız. Ne oldu? Demokrasimiz mi değişti?
- Bazı şeyleri aştık demek ki. Elbirliğiyle, biraz da bizim gayretimizle aştık. İnsanlar bazı şeyleri hoşgörüyle karşılamayı öğrendiler. Bunu biz öğrettik. Çünkü tabuları yıktık. Aman askere, polise dokunmayın; onları hicvetmeyin denirdi bize. Kimse de bu konulara el atmazdı. Üstüne gittiğimiz zaman, kalenin taşının da düşmediği anlaşıldı. "Demek yapılabiliyor" diye bir içtihat kararı çıktı. Yani "Levent programında yapıyor. Demek biz de yapabiliriz" gibilerinden... Ülke yöneticileri de gördü bunu. Hep birlikte bir yerlere geldik.
- Şimdi sansür yaşamıyor musunuz?
- Özel TV'lere ilk geçtiğim zaman, özel TV sahipleri ve yöneticileri de şöyle hafif baş kaldırırlardı. "Levent'çiğim, ne yapıyorsun?" efendime söyleyeyim, "Bunu yapmamız doğru olmaz" diyorlardı. Sonra "Bizim programları hicvetme. Başkalarını hicvet" diyorlardı. İzleyici kaybedeceklerini düşünüyorlardı. Çünkü bunlar hiç denenmemişti.
- Sorun bu değil mi? Herkes başkasını eleştiriyor, kimse aynaya bakmıyor...
- Ben de onlara, "Benimle çalışmak istiyorsanız, tarzım bu. Başka TV'leri eleştirebilmek için, bu kanalı da eleştirmek mecburiyetindeyiz!" diyordum. "Olmaz kardeşim!" dendiğinde, "Siz bilirsiniz, sizinle çalışmam" diyordum. Mecbur kalıyorlardı. Sonra baktılar öyle de olmuyor. Hatta eleştirilen programların seyircisi bile arttı. Yani buralara hep böyle geldik biz. Bunları yaşayan bilir. Nelere göğüs gerdim.
- Hala sansür yaşıyor musunuz?
- Hayır.
- Ya otosansür?
- Bu dünyanın her yerinde var.
- Ama özgürlükler arttıkça, otosansür hafifler...
- Bu işte kantarın topu kaçabilir. Bazı şeyleri söylerken, dikkatli olmak zorundasınız. Örneğin eleştiri yaparken; hakarete, saygısızlığa da giremezsiniz.
- ATV'de sansürlenen bir "Darbe" parodiniz olmuştu...
- O sansür değil ricaydı. Konunun muhatabı da benim. Askeriyeden ATV'yi aramışlar, ATV de "Buna karışamayız. Konu Levent Kırca'nın inisiyatifinde. Yayınlayın derse, yayınlarız" demişti. Ben önce de askeri hicveden programlar yapmıştım. Hiçbiri için askerden bir tepki gelmedi. Ama o dönem (Aralık 1994) Güneydoğu'da çok büyük savaş halindeydiler, sınır ötesi operasyonlar falan. Ricayı yapanla konuştuğumda, ikna oldum ve o ara o parodiyi yayınlamadım. Sonra yayınladım ama.
- Parodinin esprisi, darbecilerin çok sayıda TV kanalına el koymaktaki sıkıntısıydı. Bu nedenle darbeciler de "rating" stratejisi yapmıştı. Bir kanalda darbeyi Kemal Sunal filmiyle, bir başkasında talk - show, diğerinde "darbe klibi" ile anlatıyorlardı. Konu hala güncel. Bugün o parodiyi yapabilir misiniz?
- Elbette. Siz bu röportajı yayınlarsınız. Askerler okurlar. Sonraki hafta ben darbeyi oynarım. Ben bu insanları ve onların düşüncelerini tanıyorum. Paşalarla beraber oldum, birlikte oturup kalktım. Onların mizah anlayışlarını, kültür yapılarını biliyorum.
- Geçen cuma, Başbakan'ın Silahlı Kuvvetler'le yaşadığı krizin ardından verdiği yaşamsal bir söyleşi, "Olacak O Kadar"ın altında kaldı. Sizin ratingler, Başbakanı 3 - 4 kez katladı. Bunu nasıl açıklıyorsunuz?
- Bizde olağanüstülük yoktu. Her zamanki ratingi aldık. Yani 18 - 19 civarında. O gece karşımıza kim gelse, bu akıbete uğruyor. Ama siyasetin ratingi de özellikle düşük. Çünkü halk artık politikacılara inanmıyor ve güvenmiyor. Dinleme, izleme gereği duymuyor.
Son olay da bunun göstergesi.
- Buraya gelmek çok zor olmuş. Kalmak daha zor değil mi?
- Kesinlikle. Ve bu yeri, bir - iki seneliğine değil de 11 yıldır koruyoruz. Bu bir rekor. Demek insanımız kaliteyi, iyiyi alıyor. İyiyi verdiğinizde bu noktaya yükseltebiliyor...
- Oysa kaliteli iş için hep şu denir: "Halk istemez, okumaz, seyretmez, sıkılır, anlamaz..." Tüm sığlıklar halkın üstüne atılır. Ve "Seviye bu" denir. Bu doğru mu?
- Ucuza kaçmanın mazareti bunlar. Tersine. Halk kaliteyi anlamaya çok açık. Tiyatroda ben çok kaliteli şeyler yaptım. Her oyuna 5 bin kişi geliyordu, Açık
Hava Tiyatrosu'nda. Çadırda müzikal yaptım, günde 3500 kişi seyrediyordu. Tiyatroda 100 - 200 kişinin zor bulunduğu dönemlerde, biz 3500 izleyici topluyorduk. İddia edildiğinden çok üstün bir altyapısı var halkın. Geçmişinde geleneksel Türk tiyatrosu, orta oyunları var. Halısı, kilimi nasıl çok güzelse ve dünya bunu kapışıyorsa; içinde de o incelik var. Üst düzey bir mizah anlayışı var ve zeka seviyesi yüksek. Bunu halkın türküsünde, ozanında da görürsünüz. Aşık Mahsuni'ye ya da Nazım Hikmet'e baktığınızda halkın seviyesini görürsünüz. Ama bazı şeyler halka unutturulmaya çalışılmıştır. Önemli olan bunu küllendirmeyip, o düzeyi sürdürebilmek.
- Halk bu kadar zekise, neden inandırıcılığını yitiren siyasetçilere hala oy veriyor?
- O başka. Halk korkutulmuş, sindirilmiş, ezilmiş, yıldırılmış, bezdirilmiş. Mesela devlet memurları önemli bir kitle. Ağzını açamıyor. O kesim otomatikman konuşamıyor. Konuşursa, yiyor sopayı. Bunun zekayla ilgisi yok.
- Kendinizi, "Nasrettin Hoca ya da Neyzen Tevfik gibi kırık bir adam" olarak tanımlıyorsunuz. O kırıklık nerden geliyor?
- Bizim halk mütevazi adam sever. Sanat tarihimize baktığınızda, hep bu tür sanatçıların, bu tip ozanların halkla buluştuğunu görürsünüz.
- Halk böyle seviyor diye mi böylesiniz?
- Hayır bu oynanacak bir şey değildir. Ruhunuzda varsa vardır. Halk sizin yaydığınız elektriği, dalga boyunu hisseder ve yakalar. İçtenliğinizi tartar. Bakışınızdan samimi olup, olmadığınızı anlar. Bunu idrak etmişse sanatçı, bunu görebiliyorsa ve bu dünya görüşündeyse, o zaten öyledir. Yani içinde o kırıklık olduğu için öyledir.
- Siz, "Ben dahiyim. Bu işi en iyi ben yapıyorum. Yalnız kendi programımla yarışıyorum, çok yaratıcıyım" da diyorsunuz. Kendinizi eleştirmez misiniz?
- Tabi eleştiririm. Bazı röportajlardan yapılan bu alıntılar bir araya gelince, sanki söylediklerimle ters düşüyor gibi oluyor. Ama marifet iltifata tabi. Yani performansımızı sayirci değerlendiriyor. Ama bizim de hasımlarımız var. Yaptığımız işe karşı çıkanlar var. O nedenle böyle sorulara muhatap kaldığımda, ben de işin gerçeğini söylüyorum. Biz bir kaliteyi ve performansı koruyoruz. Ekip çalışması yapıyoruz. Kazandığım parayı yaptığım işe yatırıyorum. Bunlar çok olumlu şeylerdir. Yıllar içinde olgunlaştım da. Eskiden gençken istediğim yere ulaşamamanın verdiği rahatsızlıkla, hırçın ve sinirliydim. Kendimle de çevremle de barışığım şimdi. Bunun dışında benim de eksiklerim vardır tabii.
- Sanatın ötesindeki en büyük artınız profesyonellik...
- Bakın biz bir yazar grubuyla her gün tüm gazeteleri tarıyoruz. Ben ayrıca bütün TV'leri izliyorum. Bir TV manyağıyım. Gündemi çok iyi takip ediyorum. Tüm kanalları, kendi kanalımı mutlaka seyrediyorum. Kanalımı yönetenlerden daha sıkı yapıyorum bu işi. Hangi program ne iniş, ne çıkış yapmış; haberleri, dizileri ne noktada. Bizim programın tanıtımı ne zaman, nereye konar; takip ederim satır satır.
- Başarının matematiği bu...
- Fragmanınızın peşini bıkarırsanız, o fragman doğru dürüst yayınlanmaz. Zamanımın yarısını sanata veriyorsam, diğer yarısını ekip çalışmasına, hazırlığa, organizasyona, bu işleri takibe ayırıyorum.
- Size sık sorulan sorulardan biri edindiğiniz servet ve para...
- Ben para kazanmak amacıyla yola çıkmadım. Hayat boyu Levent Kırca olarak ne idiysem, öyle ve alnımın teriyle kazandım. Bunu arkadaşlarıma da yansıtıyorum. Vergimi ödüyorum. Benden önce sadece futbolcu, assolist ve sinema starları para kazanırdı. Ben mizahtan ve tiyatrodan da para kazanılabileceğini gösterdim. Özendirici örnek oldum. Bir ülke, sanatçısını iyi yaşatabiliyorsa, bu utanılacak değil; övünülecek bir şeydir. Sanat, çünkü o ülkede, prim yapıyor demektir.