Editörün Seçtikleri Sesten söze geçti

Sesten söze geçti

21.05.2000 - 00:00 | Son Güncellenme:

Sesten söze geçti

Sesten söze geçti


Parmakları katlandığından, 1979’da sahne hayatı sona erdi Leyla Pamir’in; o zamandan beri, müzikle akademik çerçevede ilgileniyor, kitaplar yazıyor...


       Sonra annemin hastalığı ve ölümü o mutlu yıllarımın üzerine bir gölge gibi düştü!
       Babam yeniden evlendiği zaman ben lise çağımdaydım. Cağaloğlu’ndaki evimize üvey annem gelip yerleşti. Ben de, Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’ne yatılı olarak verildim. Üvey annem sert ve şefkatsizdi. Bu yüzden hayatımın bir dönemi kara bir sayfa gibidir. Yatılı okulun koşulları ve üvey annemin tutumu gerçekten korkunçtu. Hele babamın ölüm döşeğinde uğradığı ilgisizliği hiç iyi duygularla anamıyorum. İlgi gösterilmiyordu, çünkü parasız bir insandı babam. Yalnızca hocalık maaşıyla geçiniyordu. Öldüğünde de, o dünya çapında tanınan bilim adamının üzerinden iki buçuk lira çıkmıştı. İki buçuk lira, evet!
       Babamdan bana miras olarak kalan tek şeyse, ülke sevgisiydi! Cumhuriyet’e ve Atatürk’e bağlılıktı. Toplum sorunlarına karşı duyarlı olmaktı...

Haldun Taner

       Haldun Taner’le tanışmamıza gelince... Haldun ilk eşim değildi, hayır. Onunla tanışmadan önce kısa bir evlilik geçmişti başımdan; bir, bir buçuk yıl gibi. Ama, Haldun’u yazar olarak tanıyor ve beğeniyordum elbette. Onun “Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu" hikayesine hayran kalmıştım. O hikayesi nedeniyle onunla tanışmak istemiştim.
       Eminönü Halkevi’nde edebiyat matineleri düzenlenir, şairler şiirlerini okurdu, hikayeciler de hikayelerini... Sait Faik, Sabahattin Kudret, Haldun Taner gelirlerlerdi o matinelere.
       Bir gün onu Bebek’te, büyükanneme götürdüm. Hiç unutmuyorum: Arkadaşız daha... Gözlüğünü şöyle bir düzeltip yakından baktı büyükannem. Haldun’u inceledi. Bir şey söylemedi o gün. Daha sonra ben yalnız uğradığımda, “Senin bu evlenmeyi düşündüğün adamda Kürtlük var!" dedi. “Var, büyükanneciğim" dedim. “Çok inatçı ve çok alıngan bir adam" diye ekledi. “Ona karşı bir şey yaparsan seni bağışlamaz. Çünkü kinci bir yanı da var."
       Fala bakar gibi söylüyordu büyükkannem; sonra bütün bu dedikleri aynen çıktı. Bir defasında Adnan Benk’e kinlendi Haldun. Birlikte çalıştıkları dönem. Hakkında bir eleştiri yazmıştı Adnan. Şöyle başlıyordu yazı: “Haldun Taner sanatçı mıdır, yoksa zenaatçı mı?"
       Haldun öyle kinlendi ki, asla bağışlamadı Adnan’ı. Onları barıştırmak istedim, bana da kırıldı. Babam araya girdi, “sen karışma" dedi bana. Onun üzerine Adnan’la ve karısıyla bir daha hiç görüşmedik! Onlar da üzüldüler.

Babacan ve koruyucu

       Kısa süren evliliğimi noktaladıktan ve Haldun’la tanışmamızdan sonra, dönemin hükümetinden bir miktar öğrenci dövizi kopararak yurt dışına çıktım. O dönemde, müzik eğitimi görecek bir öğrencinin döviz bulabilmesi çok güçtü. Dönem, Menderes dönemiydi ve döviz sıkıntısı çekiliyordu çünkü. Ali Naci Karacan etkili oldu benim döviz bulmamda. Yıl, 1954. Haldun’la aramızda duygusal bir flört başlamıştı, evet... Almanya’da konservatuvara girebilmek için önce özel dersler aldım. Nazari bilgim hiç yoktu. Özel hoca çok uğraştı beni iyi bir düzeye getirebilmek için.
       Bir kontesin evinde kiracıydım Almanya’da. O kontesin büyük bir kütüphanesi vardı. O kütüphanedeki tiyatro üzerine yazılmış tüm eserleri okuyordum... Müzikolojiye aklım ermiyordu henüz. Haldun da o sırada beni görmeye geliyordu. Karşımızdaki pansiyonda kalmasını sağlamıştık. Bu gelişlerinin birinde bana evlenme teklifi etti. Ama kendisi tiyatro öğrenmek için Viyana’da kalmak istiyordu...
       Bir gün onu, kendi okuluma götürdüm. Braun diye bir hocanın dersine. O sıra, Brecht okutuluyordu. Henüz Türkiye’de bilinmiyor Brecht. “Sezua’nın İyi İnsanlarıönın analizi yapılıyor... Haldun, o edebi Almanca karşısında apıştı kaldı! O incelikler, o rafinman... Oysa onun okulunda çok klasik düzeyde tiyatro okutuluyordu.
       Her şeye karşın Haldun’un evlenme önerisini kabul ettim! Ve Viyana’ya gittim... Onun, o babacan ve koruyucu tavrı beni çekiyordu. Bunun yanı sıra koyu bir kıskançlığı da yok değildi. Neyse...
       Viyana yaşamı bana iyi gelmedi. Bir kez tiyatro hocasıyla aramızda hep bir soğukluk oldu. Birbirimizi sevemedik. Sonra, eksi yirmi derece soğuklarda, sobalı bir evde kalıyoruz. Haldun’un gömleklerini yıkıyorum, daha asarken buz tutuyor, çözülmek bilmiyor bir türlü! Sağlığım bozuldu! İki yıl yaşadım böyle. On kilo zayıfladım. Haldun, tanıdık bir doktora götürdü beni...
       İki yıl sonra kalkıp buraya geldik. Haldun’un annesi Bahariye’de oturuyordu, onun evine yerleştik.13 yıllık bir evlilik süreci, Viyana’da başladı, İstanbul’da sürdü.

Kıyametler koptu

       Piyano çalışmalarımı da sürdürüyordum bir yandan. Belediye Konsertuvarı’nın mezuniyet sınavına hazırlanıyordum. TRT konserleri vardı o sıralarda. Yılda üç defa bu konserlerde çalma hakkını elde ettim. Bunlar benim gelişmemde etkili oldu. Ne yazık ki, tam bu sırada önemli bir ameliyat geçirdim. Altmışlı yılların ilk yarısıydı bu hastalığımın tedavisi uzun sürdü. Konservatuvar sınavını veremedim... Ancak piyano konusunda okumayı, kendimi yetiştirmeyi aralıksız sürdürüyordum. Bu alanda, Madam Bosko’dan çok şeyler öğrendim.
       Dünyanın ünlü piyanistleri, kemancıları İstanbul’a geldikleri zaman ona saygılarını sunmadan gitmezlerdi. Rus asıllıydı... Filarmoni Derneği’nin kuruluşundan sonra Saray ve Şan sinemalarında büyük konserler verilmeye başlandı. Bütün dünyanın en büyük piyanistleri İstanbul’a geliyordu. Hepsi de Madam Bosko’yu tanırdı.
       Öte yandan Haldun dolayısıyla geniş bir edebiyatçı çevremiz olmuştu. Kemal Tahir, Aziz Nesin, Sabahattin Kudret, Özdemir Asaf... Kemal Tahir, çok kültürlü, çok canlı bir insandı. Onların sohbetlerinden yararlanırdım. Aziz Nesin ile ahbaplık kurmak daha kolaydı. İçten ve sıcaktı. Sabahattin Kudret ise çok kafalı ve ince bir adamdı. Derinlemesine bir adamdı. Özdemir Asaf, Haldun’a karşı çok saygılı davranırdı, çekingendi. Haldun’la ortak hocamız olan Mazhar Şevket de dostlarımız arasındaydı. Sait Faik’le Kulis’te karşılaşırdık ama evimize hiç gelmedi. Haldun, Sait Faik’i beğenirdi ama, hafif bir kıskançlıkla... Bense Sait Faik’in hikayelerine hayrandım.
       1962 yılında önemli bir olay başladı. “Keşanlı Ali Destanı" olayı... Oynanmadan önce kimse beğenmedi. Çekmecelerde kaldı. Sonra Nüvit Özdoğru dostumuz ilgilendi. Yalçın Tura müziğini yapmak istedi. Yalçın Tura, Karaca Tiyatrosu’ndaki odasında şarkılar üzerinde çalışırken, Genco Erkal ile Gülriz Sururi’nin dikkatini çekmiş... Onlar da o sırada “Palto" oyununun provasını yapıyorlar... Hemen Haldun’u aramaya karar vermişler. Ama on paraları yok, borç içindeler! Oyuna güvenerek yeni borçlar buldular, mallarını ipotek ettiler. Yanılmamışlardı! Çünkü daha ilk gösteride kıyametler koptu! Hiç unutmam o ilgiyi, o alkışı... Büyük bir çıkıştı ve her gece gişe önünde uzun kuyruklar oluşuyordu.

Parmaklar ve kitaplar

       Haldun ilk kez o zaman yazarlığından kazanç elde etmeye başladı. Ondan önce onun kalemiyle geçindiğimiz söylenemez. Annesinin aylığı ile benim küçük bir kira gelirim vardı, o ikisini bir araya getirip geçinmeye çalışırdık. Büyükannemden miras, Arifi Paşa Korusu içindeki yalı da satılınca belli bir varlığımız oldu, rahatladık.
       Haldun’la ayrılışımız, 1968’e rastlar. Bir sürecin sonuna gelmiştik. Daha doğrusu ben bir sürecin sonuna gelmiştim. Haldun’un annesi de sorunlarımızdan biriydi. Oturup konuştuk. Ayrılmaya karar verdiğimizde ikimiz de çok üzgündük! Hiç unutmam: Haldun ağladı bu kararımızdan sonra. Ama bu demek değil ki, ben Haldun’u aramadım! Çok şefkatli bir insandı benim için... Baba gibi, abi gibi, en yakın yoldaşım olarak bağlıydım ona. O da severdi beni. Entelektüel, bilgili bir adamdı. Dahi miydi? Hayır. Sanat konusunda ayrıldığımız noktalar olurdu bazen: Ben avangard edebiyatı severdim de, Haldun yadırgardı, mesela. Ama tabii bunlar sorun yaratmazdı aramızda.
       Haldun’dan ayrılınca yeniden Almanya’ya gittim. Almanya’da iki buçuk yıl hocalık ettim, konserler verdim. Sağlık sorunlarımla boğuştum. Aşık oldum. Gezilere çıktım. Ancak, genel vekalet verdiğim bir avukat tarafından dolandırılınca, Türkiye’ye geri dönmek durumunda kaldım. İstanbul’da yeni bir yaşam bekliyordu beni. Kazalar, ameliyatlar. Hepsinden kötüsü, parmaklarım katlandı! Artık sahneye çıkamadım; 1979’dan beri. Kendimi kuramsal çalışmalara verdim bu kez. Piyano hocalığını sürdürdüm. İlk kitabım olan “Çağdaş Piyano Eğitimiöni yazdım. Müzik kongrelerine katıldım. İkinci yapıtım, “Ayşe’nin Müzik Kitabıönı yazdım ve yayımlandı. “Müzikte Geniş Soluklar", “Skryabin" (Piyano Yapıtlarındaki Evrim ve Düşünce Dünyası), “Müzik ve Edebiyat" adlı yapıtlarım peş peşe yayımlandı. Sağlık sorunlarım arasında fırsat yaratarak kitaba yönelik çalışmalarımı sürdürüyorum. Şimdilerde, “Şarkılarla Müziğin Temel İlkeleri" diye yeni kitap üzerinde çalışıyorum.

       YARIN: MÜNEVVER AYAŞLI

Yazarlar