Clinton'dan Sting'e, Tina Turner'dan Demi Moore'a kadar ünlüsü ünsüzü dünya çapında milyonlarca insan, bir manevi liderin, daha doğrusu giderek yitirdikleri "ruhlarının" peşinde
BERNARDO Bertolucci, Richard Gere, Sting, Tina Turner, Uma Thurman, Rockefeller - David. Jr ve karısı Diana, Time'ın kurucularından Steven ve Laurance.. Dünyaca tanınan tüm bu ünlüler, Budistler'in manevi lideri Dalai Lama'nın izinde; Barbra Streisand ise Gurumayi Chidvilasanad'ın...
Hollywood'un seksi yıldızı Daryll Hannah kendisini Siri Dharma'ya emanet etmiş. Demi Moore, Liz Taylor, Melanie Griffith, Julia Roberts, Michael Jackson, Sting de Deepak Chopra'nın ellerine teslim olmuş. Madonna'dan Başkan Clinton'a kadar neredeyse herkes, bir "Guru"ya danışmadan sokağa adımını bile atmıyorlar. Ornella Muti, Vittorio Gassman, Richard Chamberlain doğu terapileri ile ruh sağlığını bulanlar. Shirley MacLaine, Chris Griscom adlı bir gurunun izinde. Isabella Rosellini, Meg Ryan ve Julia Roberts, Siddha Yoga'ya gidiyor. Donna Karan ve Peter Gabriel ise Tesh'te karar kılmış.
Yukarıdaki isimler spritualizme yakın olarak bilinenler, ama hiç bilinmeyenler de var. Ferrari'nin ünlü sürücüsü Michael Schumacher'in "Guru" Babir Sigh'e sormadan asla yarışa girmediği, İngiltere Başbakanı Tony Blair'in eşi "First Lady" Cherie Blair'in spritualist olarak bilinen kuaförü Andre Suard yanında olmadan dışarı adım atmadığı bilinmiyor.
ABD Başkanı Clinton'un düşünsel danışmanı ise, "İçindeki Devi Uyandır" kitabıyla tanınan Anthony Robbins adlı bir düşünür. Robbins, insanların içlerindeki hazineyi keşfederek en iyi randımanı verebileceklerine inanıyor.
Clinton, Robbins'i izlerken, eşi Hillary Clinton'da her zamanki kişilikli tavrını sürdürerek kocasından farklı bir yolu seçiyor ve New Age (Yeni Çağ) ekolüne yöneliyor. Beyaz Saray çevrelerindeki en yaygın söylenti, Hillary'nin Jean Houstan adlı bir falcısı olduğu ve onun aracılığıyla "öte taraftan" Elenaour Roosvelt ile görüşmeler yaptığı...
Bu kadarı da fazla mı diyorsunuz?
Yanılıyorsunuz... 90'lı yılların egemen duygusu inanç ve güven.
Bu iki duygu olmadan insanlar ayakta duramıyor.
Bu anlamda Batı dünyasının Doğu'ya yönelmesi "moda" ve "trend" sözcükleriyle açıklanmıyor.
Bir sürecin ve temel sorunların sonucu olarak Batılıların bir kısmı kurtuluşu Doğu'da ararken, Doğu'luların büyük bir kısmı da kurtuluşu Batı'da aramaya devam ediyor.
Batı'ya giderken Doğu'ya varma olayını tabii herkes kendi cephesinden açıklıyor.
Örneğin bazı muhafazakarlar Avrupa'nın 68 hareketinden sonra geleneklerinden koptuğunu ve bunun bir süre sonra insanları yeni inanç arayışlarına ittiğini iddia ediyor. Yaygın görüş ise, Batı'nın ikinci Dünya Savaşı'ndan sonra iktidar, başarı ve paraya yöneldiği, bunun da insanları bilgisizliğe ve yalnızlığa ittiği.
Bir Formula 1 pilotu saatte 300 km ile gidebiliyor, ama arabadan indiği anda yaşamına anlam vermek zorunda yalnız bir adam olarak kalakalıyor.
Hollywood yıldızlarının dramını da böyle açıklayabiliriz. Belki de bu yüzden hayatın sahne olmadığını anlamakta gecikmiyor, hemen bir çiftlik alıp hayvanlara, otlara, çoluk çocuğa yöneliyorlar.
Bu ruhsal kargaşa, doğal olarak insanı ner zaman doğru adrese götürmüyor; ruhların pazarlandığı bir süpermarkete düşme tehlikesi de yok değil.
Biraz zen, biraz spritualizm, bir miktar okultizm, Mısır piramitleri, Doğu kremleri, mistik müzik, ruhani kitaplar derken ortaya milyonlarca dolarlık bir pazar çıkıyor.
Ama tabii aslolan insanların Doğu'yu değil "doğru"yu arayışları.
Jean - François Revel, önemli bir Fransız felsefeci. Oğlu Matthieu ise çok özel bir budist.
Özel, çünkü Matthieu sadece Dalai Lama'nın Batı'daki temsilcisi budist bir rahip değil, aynı zamanda Batı dünyasının önemli bir bilimadamı.
Nitekim, Matthieu'nun biolojiyi bırakıp, budizme yönelmesi en çok bu yüzden şaşkınlık yaratmış.
Batı basını
son günlerde bu ikiliye geniş yer veriyor.
Gerçekten de Batı'ya gittikçe niye Doğu'ya varıldığını bu baba - oğuldan daha iyi kim anlatabilir?
Matthieu, Batı'da bilimin darbe almasını, dünyayı açıklamakta suskun kalmasına bağlıyor ve "İnsan için aslolan kalp ve kalbin serüvenidir. Bilim bu serüveni anlamakta, dolayısıyla insanı yorumlamakta çok yetersiz kaldı" diyor. Babası ise, "Bilim hiç bir zaman böyle bir sorunun cevabını aramamıştır. Senin iddia ettiğinin tam tersine, bilim Batı'nın zaferi olmuştur, sonu değil. Burada mesele bilimi baltalamak değil, bilimin yeterli olup olmadığını sorgulamak. Batı'nın iflas ettiği doğrudur, ama iflas eden bilim değil Batı felsefesidir. Batı bilgeliği unuttuğu için çöküyor" görüşünü savunuyor.
Her ikisinin ortak görüşü ise şu:
"Bir felsefeci, rahatlıkla kişisel problemleri içinde boğulup gidebilir, bir bilim adamı zaaflarına yenilebilir, ama ruhsal olarak gelişmiş bir insan arada bir sapsa bile asla doğru yoldan çıkmaz. Yani aslolan ruhtur".
İnsani anlamda baktığımızda, ruha doğru bir yolculuk yaptığımızı;
devlet anlamında baktığımızda ulus devletin çağını doldurduğunu; sistem olarak baktığımızda demokrasinin gelecek yüzyılın solunu oluşturacağını; aşk açısından baktığımızda, duygusal paylaşıma katılmayan erkeğin sonunun geldiğini söyleyebiliriz.
2000'e hazırlanırken belki de yapabileceğimiz en önemli şey, düşünce ve davranış kalıplarımızı gözden geçirmek, yargılardan uzaklaşmak olacak.
Unutmayalım ki, hakikat zamanın içinde gizlidir.
Ve bugün her zamankinden daha çok durmak ve düşünmek zamanıdır.
BİLGİ Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Doç. Dr. Aydın Uğur, bu konuda şöyle konuşuyor:
"Kapitalist sistem, esas hasmı komünist sistem tarih sahnesinden çekildikten sonra bir başına kalmış gibi gözüküyor. Kapitalizm şimdiye dek, hasmındaki terslikleri öne sürerek kendini temize çıkartmayı başarmıştı. Şimdi, 'Tencere dibin benden kara' diyecek biri yok. İlk kez kapitalizm kendisiyle yüzyüze geliyor. Gözlerinde acımasızlık, ezip geçme, ezdiğine dönüp bakmama, hiçbir mukaddesat tanımama parıltıları yanıp sönüyor. Kapitalist toplumda yaşayanların önemli bir bölümü bu parıltılardan ürkmeye başladı. Bu acımasız canavarın, sistemiçi mekanizmalarla gemlenmesi doğrultusundaki talepleri hızla yaygınlaşıyor."