Editörün Seçtikleri Önü sonu müzik

Önü sonu müzik

20.05.2000 - 00:00 | Son Güncellenme:

Önü sonu müzik

Önü sonu müzik


Leyla Pamir, süzme bir hayattan geliyor. Sokaktaki insanın hatırlayıvereceği bir popülaritesi hiç olmadı. O müziği ve piyanosuyla Cumhuriyet Türkiyesi’nin bir misyoneri...


       Büyükannem 1962 yılında ölünce, ondan kalan yalıya mirasçı oldum. Sadrazam Arifi Paşa’nın yalısıydı bu. Bebek’te, nefis bir yalı. Şimdiki Boğaziçi Üniversitesi’ni iki üç kapı geçtikten sonra. Bebek’in son yalısı. Arkasındaki koru tepeye kadar uzanıyordu. Ve bize aitti tümüyle.
       Büyükannem, 14 yaşındayken Sadrazam Arifi Paşa’nın oğlu Mehmet Bey’le evlenmiş. Çok mutluymuş.
       Kolejin kapısının öbür yanında da, yine Arifi Paşa’ya ait ahşaptan bir harem dairesi vardı. Upuzun bir yapı. Büyükannem orada yatardı. Alman dadılar, büyükannem beni görsün diye götürürlerdi. Yatalaktı büyükannem, kalkamazdı. Tuvalet ihtiyacını bile başkasının yardımıyla görürdü. Bu nedenle hep bir yardımcı olurdu yanında.

       Fizan korkusu
       Büyükannem 19 yaşındayken, kocası Mehmet Bey’i yitirmiş. Genç yaşta dul kalınca böyle, yakın çevresi onu oyalamak için sandal sefalarına, Kağıthane alemlerine götürmüşler, eğlendirmeye çalışmışlar... Bir süre sonra da, Babıali’de, Hariciye Nezareti’nde görevli olan dedem göz koymuş ona. Varlıklı biriymiş dedem: Hem Çubuklu’da hem de Babıali’de konakları varmış. Büyükanneme göz koyduğundaysa evliymiş. Büyükannemi alabilmek için karısını boşamış. Sonra da gelip Arifi Paşa’dan gelinini istemiş. Arifi Paşa büyükannemi kızı gibi seviyormuş. Gencecik yaşta dul kalmasına çok üzüldüğü için kendi eliyle evlendirmiş büyükannemi. Yalının kapısından Bebek İskelesi’ne kadar halılar serdirmiş, o halıların üzerinden geçmiş gelinle damat. Bebek’ten karşıya...
       Büyükannemin bu yeni evliliğinden annem olmuş. Ancak bu mutluluğu da uzun sürmemiş kadının. Büyükbabamın eski eşi, yani üvey büyükannem, kendisini boşayan eşini Babıali hükümetine şikayet etmiş. Abdülhamit devri olmalı. Şikayet konusunu araştıran yetkililer, üvey büyükannemi haklı bulmuşlar! Zaten çok akıllı bir kadındı üvey büyükannem. Hoş ve kültürlüydü, piyano çalar, edebiyatı bilirdi... Bunun üzerine, büyükbabama demişler ki; ya Fizan’a sürgüne göndeririz seni, ya da eski karına dönersin...
       Büyükbabam, Fizan’a sürülmektense eski karısına dönmüş çaresiz! Hükümet zoruyla.

       Haşim’in tavassutu
       Büyükannemin talihsizliği ondan sonra da bitmemiş. Dünyaya getirdiği kızıyla birlikte yeniden Arifi Paşa’nın evine dönmüş. Paşa, evladı gibi bağrına basmış onu. Gelgelelim bu kez de felç geçirmiş büyükannem! 33 yaşındaymış henüz, yatağa bağlanıp kalmış. Öldüğünde 103 yaşındaydı. 70 yıl yaşamıştı o yatalak haliyle.
       Büyükannem yatağa bağlı halde yaşarken İstanbul’da toplum hayatında birçok değişiklikler oluyordu: Sözgelimi telefon vardı ama, o hiç kullanmamıştı bu aracı. Yalnızca, birine haber ileteceği zaman, telefon edin diyordu, o kadar... Tramvayı gördü, ama hiç binemedi
       Basmacı Moiz Efendi vardı o yıllarda. Moiz Efendi yalının önünden geçerken ona seslenir, içeri çağırırdı. Moiz Efendi bohçasındaki basmaları çıkarır, yatağın çevresine sererdi. Büyükannem beğendiklerini alır, kendi eliyle, yattığı yerde diker ve giyinirdi. Yatağının çevresi bohçalarla kaplıydı. Hangisi gerekiyorsa, bastonunun ucuyla çekip alırdı.
       Babamla annem de Bebek’teki yalıda tanışmışlar. Babam ilk kez dışarıda görmüş ve çok beğenmiş annemi. Arkadaşı Ahmet Haşim’e sormuş, kim bu kız, diye... Haşim o yıllarda Bebek’te oturuyor ve cuma günleri de yalıya, edebiyat sohbetleri yapılan toplantılara katılıyormuş... Böylece, babamı ilk kez Ahmet Haşim yalıya getirmiş ve annemle babamın tanışmalarına aracı olmuş.
       Babam Üsküplüydü. Babamın babası orada yargıçlık ederken dünyaya gelmiş. Ama annem İstanbulluydu. Annemi, ağır hastalığı sırasında dört yaşında olmama karşın çok iyi hatırlıyorum.
       Çocukluğum Cağaloğlu’nda geçti. Evimiz, dev kestane ağaçlarının arasındaki İstanbul Erkek Lisesi’nin karşısındaydı. Oturduğumuz ev de bahçe içindeydi. Biraz ötemizde Mazhar Osman’ın evi, onun da ilerisinde, dönemin kültür ocağı olan Eminönü Halkevi vardı. Cağaloğlu şimdiki gibi değildi, sıra sıra ahşap konaklar vardı. Çoğu bahçeli, göz alıcı konaklardı. Seçkin insanların oturdukları bir semtti Cağaloğlu.
       Dört buçuk yaşındaydım buraya, yani Süreyya Paşa Apartmanı’na taşındığımızda. İlkokulu da, ortaokulu da burada okudum. Babam, hem annelik hem de babalık etti bana.

       Çok şeker bir baba
       Üniversitede jeoloji hocasıydı babam. Bir jeolog olarak yalnızca okulda ders vermez, bütün Anadolu’yu dolaşır; özellikle deprem bölgelerinin yapısını inceler, kitaplar yazar, raporlar hazırlardı. Bu bakımdan babam, Türkiye’de jeolojinin kurucusu olmuştur. Doktora tezini, 1916’da, Ural Dağları’nın jeolojisi konusunda yapmıştı; bu çalışması dolayısıyla yurtdışında da tanınıyordu. Ordinaryüs Profesör Hamit Nafiz Pamir. 1917 - 18’lerde yurda döndüğünde hiç beklemeden jeolojik çalışmalarına başlamıştı. Savaş sonu. Bu tarihe kadar da, jeoloji yalnızca ek ders olarak okutuluyormuş üniversitede. Fakültenin temelini babam atmış. Buluş yapan bilim adamlarının üye olduğu Leopoldina Akademisi’nin şildini alan tek Türk’tü. Bilim adamlığının ötesinde çok şeker, eğlenceli, neşeli bir adamdı.
       Alman mürebbiyelerle büyüdüm ben. Daha sonra Alman okuluna gittim. Almancayı küçük yaşta ve iyi düzeyde öğrenme olanağı buldum. Bir de babam iyi bir müzisyen, piyanist olmamı istiyordu. Gerçi kendisi alaturkacıydı; “Şeftalisi ala benziyor" ya da “Turnalar uçunöu pek severdi mesela. Buna karşın beğenisi incelmiş bir insandı. Uzunca bir süre, Rus asıllı bir piyanistten dersler aldırdı bana. Vedat Nedim Tör, babamın yakın dostuydu. Vedat Bey, Alis Hanım’la birlikte gelirdi bize. Alis Hanım’ın sesi güzeldi ve şarkılar söylerdi. Ben, on, on iki yaşlarımda bile Alis Hanım’ı akompanye edecek düzeydeydim. Aynı biçimde, Eminönü Halkevi’ndeki müsamerelerde arkadaşlarımı akompanye ederdim. Lise yıllarında da, okul konserlerinde çokça alkış alırdım, duyarlı çalardım çünkü. Ama olgun bir düzeyde değildim henüz. Bunun ayrımındaydım ve başarıya ulaşmak için kendi kendime uğraş veriyordum.
       Çocukluk yıllarıma ait unutamadığım anılarımdan biri de, büyükbabamın Çubuklu’daki köşkünde geçen günlerimdir. O köşkte yaşamanın bir adabı vardı. Arkalara gittikçe vahşileşen ve üç, dört katlı setlerden oluşan bahçesinde bir de dans pisti yer alıyordu. Büyükbabam özel olarak yaptırmıştı bu pisti. Birbirini seven annemle babam mutlu olsunlar diye. Orada partiler verilirdi; büyükbabam da gençlere katılır, dans ederdi güzel hanımlarla. Gramofonla müzik çalınırdı. On, on beş çift arkadaşı vardı babamın. Çarliston, Viyana valsleri, tango yapılırdı gramofonla... Benim de en mutlu yıllarımdı o yıllar. Komşu çocuklarıyla tiyatro yapardık, büyükbabam herkesi, bizi izlemeye çağırırdı. Konser piyanosu olan bir salon vardı konakta, görkemli odaları vardı. Büyükbabamın özel odası bunlardan biriydi. Yemek salonundaki mermer havuzlu musluklarda mutlaka çocuklara el yıkatılırdı. Hele o aşçıların pişirdiği pilavları, bademli helvaları asla unutamıyorum. Misk gibi kokardı... Ünlü edebiyatçılar da gelirdi büyükbabamın köşküne. Halit Ziya Bey, Hüseyin Rahmi Bey gibi.



Yazarlar